Ne Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal çöküntünün eşiğinde gezişini ne böyle bir ortamda Ayasofya’nın ibadete açılışını ne de Diyanet İşleri Başkanı’nın hutbeye kılıçla çıkmasını tatil ilan ettiğim şu ağustos günlerinde ele alacak değilim. Tatil için zamanda geçmişe, mekânda Avrupa’ya gidiyorum.

Konu çöküşse tarihteki en muazzam çöküşlerden birini Roma İmparatorluğu yaşamıştır. İhtişamlı ve uzun gelişme döneminde sonra gelen bu çöküşün, Hıristiyanlığın benimsenmesi sonrasında gelmesi birçoklarını, bu çöküşten Hıristiyanlığı sorumlu tutmaya yöneltir. Faturanın Hıristiyanlığa çıkarılmasını reddeden Aziz Agustinus, bir savunu metni olarak “Tanrı Şehri” adlı çalışmayı kaleme alır.

Agustinus’a göre, insanlık tarihi dünyevi şehirle, tanrı şehri arasındaki çelişki etrafında şekillenmiştir. Maddi hazlara yönelenlerin dünyevi şehri karşısında, bütün varlıklarını ve yaşamlarını tanrıya adayanları temsil eden tanrı şehri arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Ara uğraklarda ne olursa olsun, nihai hesaplaşma günü geldiğinde tanrı şehri, dünyevi şehri ortadan kaldırarak, kötülüğün de sonunu getirecektir. Dolayısıyla Roma’nın çöküşü, tanrının şehrini temsil eden Hıristiyanlığa mal edilemez; çöküş dünyevi şehrin ve pratiklerinin yol açtığı bozulmanın sonucudur.

Kılıç meselesine gelince; yukarıda özetlediğim yaklaşıma paralel olarak Avrupa sahnesinde iki kılıç dolaşmaktadır; siyasal otoritenin elindeki zamansal kılıç ve bütün zamanlardan arındırılmış ve gücünü tanrıdan alan ve onun adına kilisenin elinde tuttuğu manevi kılıç! Hikâye, iki şehir hikâyesine paralellik gösterir; siyasal otoritenin elindeki kılıç indiği yerde ne derece kabul edilemez sonuçlar yaratırsa yaratsın, nihai olarak manevi kılıç, bu haksızlıkları ortadan kaldıracaktır.

Din felsefesi ve tarihinde bu ikili gerçeklik ve otoritenin etkileşiminin farklı yorumları bulunabilir. Dahası her ikisi arasındaki ilişkinin sorunsuz olduğu da söylenemez. Ancak Avrupa tarihi gösteriyor ki, siyasal otorite ve onun dünyevi şehri, ne zaman ciddi bir tehditle karşı karşıya kalsa, din ve kilise kurumu hiç kuşkuya bırakmayacak biçimde siyasal otoritenin yanında yer almıştır. Tanrı şehrini savunanlar, dünyevi olanı savunmanın derdine düşmüş, kılıç teke inmiş, isyan edenlerin boynunu kesmiştir.

Bu durumun Avrupa’daki en çarpıcı örneklerinden biri 16’ncı yüzyılın başlarındaki köylü isyanlarıdır. Köylüler itildikleri derin sefalet karşısında ayaklanıp, dünyevi şehri ateşe verdiklerinde karşılarında, siyasal otoriteden önce din kurumu ve kiliseyi bulurlar. Siyasal otoritenin yardımına ilk koşan Reformcu görüşleriyle ve Augstinus’tan ciddi biçimde etkilenmesiyle bilinen Luther olmuştur. Luther’in isyancılara yönelik şiddetin her biçiminin kutsayan çağrılarının hedefinde onun fanatik ilan ettiği köylü isyanının fiili lideri Müntzer vardır. Müntzer’in isyanı ilişkin betimlemesi aktarmaya değer:

Tefecilik, hırsızlık ve soygunculuk, lord ve prenslerimizin yeryüzünde bütün varlıkları kendi malları gibi görmelerinden kaynaklanmıyor mu? Sudaki balık, havadaki kuş, topraktaki bitki- hepsi onların olmalı. Düşene bir tekme de onlar vuruyor. Tanrı’nın emrine yalnızca fakirleri tabi kılıyorlar: Tanrı çalmamanızı emreder. Ama nafile. Onlar herkese şiddet uygularken, yoksul rençberi, tüccarı, nefes alan herkesi soyup soğana çevirirken, yoksul insanları en ufak bir suç işlediğinde dahi öldürüyorlar. Ve yalancı doktor (Luther) âmin diyor. Fakirleri kendilerine düşman eden lordlardır. Ayaklanmanın nedenlerini ortadan kaldırmaya yanaşmadıkları sürece, uzun sürede bela nasıl önlenecek ki? Böyle konuştuğum için adım kışkırtıcıya çıkacaksa varsın çıksın!

Müntzer, kışkırtıcılığının bedelini Luther’in çağrısına uygun biçimde öder; kılıç kalkar, iner ve Tanrı’nın şehri ile söz verilen cenneti dünyevi şehirde gerçekleştirmek isteyen Müntzer, isyan eden binlerce köylüyle birlikte öldürülür.

Tatildeyim dedim ama iyi geçtiğini söylemedim! Geçmişe ve Avrupa’ya yaptığım iç karartıcı ve kışkırtıcı seyahate devam edeceğim.