Likya’nın liman kentlerinden Olimpos’tan yazıyorum. Çok ayıp ama ilk defa geldim buraya, üstelik en sıcak ve nemli olduğu bir zamanda. En iyi zamanları eylül ile mayıs zamanlarıymış. Yola çıkarken neşeliydim çok, ama vardığımda Cüneyt Cebenoyan’ın trafik kazası geçirdiğini öğrendim. Aynı saatlerde ikimiz de direksiyon başındaymışız. Bir ara, yurtdışından gelen tatilciler buradaki trafiğin akışına uyum sağlayamıyorlar galiba diye düşünmüştüm, trafikte tanık olduklarımdan sonra. İlk zihnimde canlanan görüntü, Cüneyt’in o biraz buruk, biraz muzip içten gülümsemesi oldu. Hayat hikâyesi, bütün o talihsizlikler aklıma gelmedi, öylesine hayat dolu biriydi ki... Hayatı seven, yaşam enerjisini etrafındakilere kolayca bulaştıran birinin ölümü, daha acı geliyor insana.

Bir arkadaşın tavsiyesiyle Deep Green adlı pansiyondan yer ayırtmıştım. Tesadüf bu ya, çalışanları arasında sıkı BirGün okurları olan biri yeni mezun, diğeri üniversitede okuyan iki genç de vardı, Uğur ve Tuna. Adımı duyunca hemen tanıdılar. Biri boş vakitlerinde Althusser okuyordu, diğeri eğitim felsefesi üzerine bir derleme... Pırıl pırıl gençler... Diğer çalışanlar da güzel insanlar, örneğin aşçımız Mardinli Cahit abi, kıdemli bir turizm çalışanı, öyle çok anlatacak hikâyesi var ki, çoğunu mizahla süsleyerek anlatmayı tercih ediyor, bir yandan turizm bitti diye söze başlayarak sektörün sorunlarını ve açmazlarını anlatıyor. Belki mesleki bir deformasyon, anlatmaktan çok dinlemeyi tercih eder oldum, anlatmak istediğim şeyleri zaten burada ve başka yerlerde yazıyorum, radyo programımda konuşuyorum...

Ben hiç tatil insanı olamadım, hem fırsatım olmadı galiba, hem de ideolojik olarak eleştirel bir yerden baktım hep, sitüasyonistlerin etkisiyle. Sitüasyonistler, zamanın sahte-döngüsel bir biçimde bir tüketim metasına dönüştürülmesine karşı çıkarlar çünkü. Guy Debord, tatil pazarlamasının, bir gösteri malı olarak zamanın uzaktan tanıtılması ve satışına dayandığını yazmıştı. Her şey bir gösteriydi, sosyal medyanın da hasetle yaygınlaştırdığı. Gitmekten çok, gitmiş olmaktı önemli olan.

Ama gözlemlediğim kadarıyla, tatilde insanlar ya her şeyi unutma, ya da her şeyi hatırlama eğiliminde oluyorlar. Bir de arafta kalanlar, unutma ya da hatırlamanın ötesinde içindeki boşlukta azap çekenler... ‘Olmak’tan ziyade ‘yapmaya’ koşullanmış insanlar için yaşadıkları bu boşluk kaçınılmaz, ama tatilde ‘yapma’ya yönelik pek çok aktivite de söz konusu, kaya tırmanışları, tekne turları... Örneğin ‘tatil turları’, tam da yapmaya yönelik insanlar için nefis, şöyle durup düşünecekleri bir anları yok, sürekli bir koşturmaca, yetişilmesi gereken bir program akışı, sonra yorgun argın eve dönüş, bir sürü şey yapılmış, görülmesi gereken pek çok yer görülmüş ama hissedilememiş bir tatil... Bir de, açık büfenin, sınırsız yeme ve içmenin olduğu, otelden çıkılmadan yaşanan bir tatil anlayışı da var...

Tek başıma tatile çıkacağımı ve hiçbir plan yapmadığımı öğrenen bir psikoterapist arkadaşım merak etmişti, kahvaltını yaptın, sonra ne yapacaksın tek başına? Bir kere ‘karşılaşmalar’a açık olmak var, insanlar, nesneler, doğa, bir yere yetişmek zorunda kalmamanın rahatlatıcı etkisiyle esin perilerinin özgür kaldığı bir ortam... Ama tatile çıkışımın asıl nedeni, ‘unutmak’... Unutmayı Freud, daima ilerleyen bir yol olarak tarif etmişti, unuttukça hatırlarız başka şeyleri; asıl hatırlanması gereken şeyler unuttukça ortaya çıkar. Şehir ve çalışma hayatının bana unutturduğu şeyleri hatırlamaya ihtiyacım var. Unuttukça hatırlamaya, hatırladıkça unutmaya... Cüneyt Cebenoyan’ı unutmayacağım ama hiç, o biraz buruk, biraz muzip içten gülümsemesiyle...