Tayfun sonraki yıllarında da andını hiç bozmadı. Hep emeğin, emekçilerin yanında saf tuttu. Ezilen ve dışlananlarla birlikte yürüdü sosyalizm idealinin peşinden

Tayfun’un gülen gözleri  hep gözümüzün önünde olacak

> ZAFER AYDIN @zaferaydin63

Ölüm karşısında ne sözün bir hükmü kalır, ne de sözcükler kifayet eder yaşanan acıyı anlatmaya. Her ölüm kötüdür, erkendir, insafsızdır. Ölüm acıtır insanı, iç yakar, yürek burkar. Onarılmaz yaralar açar ve arkada hiç bir zaman dolmayacak, doldurulamayacak bir boşluk yaratır.

Ama ya böyle ölümler...

Ölümün bu kadar vahşi, bu kadar alçakça, bu kadar aşağılık olanı, her duyguyu ikiye üçe katlıyor. Hüznü çoğaltıyor, acıyı arttırıyor, en fazla da büyütüyor kınına sığmayan öfkeyi...

Ölümleri durdurun, sizin saraylarınız, cüzdanlarınız, uğruna her şeyi yakıp yıkmayı göze aldığınız o meşum iktidarınız, insan canından daha değerli değil demek için toplanmışlardı Ankara’da.

Hiçbir insanın hikâyesi yarım kalmasın diye gittikleri Ankara’da yaşam hikayeleri yarım kaldı. Öldürüldü, yüzün üstünde insan, yüzün üstünde can.

Mısır’daki sağır sultandan, Ankara Garı’nın üstünde uçan kuşlara kadar, gözü olan da, olmayan da, aklı olan da olmayan da herkes biliyor katilin kim olduğunu, ama onlar hafiyecilik oynuyorlar.

Kimi dedektif olmuş, kimi parmak izi uzmanı. Kimi stratejist diyor kendine, kimi analist. Gazete köşelerinde, televizyon ekranlarında aynı soruyu sorup duruyorlar; “Katil kim?”

Cevabını bildikleri soruyu bilmiyormuş gibi yaparak oyun oynuyorlar aslında. En boş, en anlamsız cümleleri kurarak, en basit bir soru ile çürütülebilecek argümanları ileri sürerek, ne topluma salak muamelesi yapıyorlar, ne de toplumla alay ediyorlar. Açık açık, düpedüz mesaj veriyorlar.

Kaldırın, “güvenlik zafiyeti yoktur”, “kendileri patlattı”, “halay başı işaret verdi”, “Suruç katili yakalandı ve adalete teslim edildi” gibi cümlelerin üstündeki örtüyü altından en çıplak haliyle şu mesaj çıkar: “Evet biz öldürdük!” “ Yine öldürürüz! Birer ikişer, onar onar değil gerekirse yüzer yüzer! ”

Hangi kirli el, hangi meczubu, hangi kara vicdanlıyı maşa olarak kullanmış olurlarsa olsun gerçek şudur ki; Diyarbakır, Suruç ve nihayet Ankara, siyasal iktidarın “silahlı propaganda” faaliyetleridir. Sokakları kana bulayarak, ölü insan bedenlerini çoğaltarak tek bir amaç peşindeler; iktidarlarının ömrünü uzatmak.

Çünkü onlarda bizim kadar biliyorlar ki, diktatörlükler sokakta çöker. Diktatörler kitle eylemleri ile gider. O yüzden saklanıyormuş gibi yaparak aslında saklanmadan söylüyorlar; “Başka canlı bombalar da var, ama onları tutuklayamayız!”

Bu cümle ile “yaşamak istiyorsanız sokaklara çıkmayın” mesajı verildi geride kalanlarımıza. Ölü insan bedenleriyle topluma “Susun!” “İtaat edin!” “Boyun eğin!” mesajını veriyorlar.

Diyarbakır ve Suruç’ta verilen kanlı mesajlara inat, Ankara’da sokakları dolduranlardan biriydi, Tayfun Benol. 55 yaşındaydı ve iki çocuk babasıydı.

Onlar kimi öldürdüklerini biliyorlardır mutlaka, ben yasını tutanlar için iki çift laf edeyim Tayfun Benol’e dair.
Kayıtlara geçsin, ölüm kütüğüne yazılmış bir isimden ibaret kalmasın diye...

Arkadaşımızdı, taa lise yıllarından. İlerici Liseliler Derneği Kadıköy Şubesi’nde tanımıştık onu. Abilerin, ablaların ironik tanımlaması ile “kısa pantolonlular” olarak katılmıştık, devrimci mücadeleye. Boynumuzda “kısa pantolonlular” yaftası, boyumuzdan büyük bir cesaret ve özgüvenle ant içmiştik “yeryüzü aşkın yüzü olana dek” mücadele etmeye.
Tayfun sonraki yıllarında da andını hiç bozmadı. Hep emeğin, emekçilerin yanında saf tuttu. Ezilen ve dışlananlarla birlikte yürüdü sosyalizm idealinin peşinden. Bazen bir ağaç kesilmesin diye verilen direnişin içinde görürdünüz onu, bazen işçilerin örgütlenme faaliyetinde. Hrant’ın ardından yürüyen on binlerin arasında da vardı, Berkin Elvan için yürüyenlerin arasında da. Hayatı boyunca nerede durması gerekiyorsa orada durdu, ne yapması gerekiyorsa onu yaptı. Gıkı çıkmadan, yüksünmeden, gocunmadan.

Oğlu Deniz’in arkasından büyük bir övünçle söylediği gibi “ Bir devrimciydi, hep devrimci olarak yaşadı.” Son olarak 15 günlük Politika gazetesinin sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü görevini üstlenmişti ve inşaat işçilerinin sendikalaşma faaliyetlerine gönüllü olarak destek veriyordu.

Tanımayana, abartı gelebilir ama tanıyanlar bilir; Tayfun bir vefa abidesiydi. Kim dara düşse yardımına koşardı, kimin kesiği varsa koşar tütün basardı. Çocuğuna bakıcı bulamayanın çocuğuna bakar, köpeğini bırakacak yer bulamayanın köpeğini gezdirir, elinden geldiğince herkesin yanında olurdu. 2012’de kansere yenik düşen arkadaşımız Kadir Karabulak’ın hastalığı sırasında olağanüstü bir dayanışma örneği sergilemişti. Arkadaşımız Şule Necef’in Tayfun’u uğurlarken gözyaşları içinde kurduğu, şu cümle onun insanların hayatında tuttuğu yeri gayet güzel ifade ediyordu: “Babam öldüğünde ne yapacağımı bilmez haldeydim, önce Tayfun’u aradım, geldi benim babamın cenazesini kaldırdı.”

Çok güzel gülerdi. İçten, samimi. En dramatik hikayelerin içinde gülünecek bir ögeyi mutlaka bulup çıkarırdı. Her zaman insanın yüzünü güldürecek, kahkahalara boğacak matrak bir hikayesi vardı heybesinde.

Yaşı 50’nin üstüne çıktığında bile, gençlik heyecanı hiç kaybetmemişti. Sakin, ağır, telaşsız hatta biraz geniş ve kaygısız görüntüsüne rağmen yüreği hep gençti. Yüreği daima çocukları Deniz ve Özgür’ün de aralarında olduğu gençlerle attı. Cenazesinde gençlerin açtığı “Senin gibi genç, senin gibi güleç yaşayacağız” pankartı genç Tayfun’un gençlerle kurduğu ilişkiyi özetliyordu bir bakıma.

Bizi kızdıran hususiyeti her yere geç kalmasıydı. İster rakı sofrasında bekleyelim, isterse toplantı salonunda Tayfun hep geç kalırdı, geç gelirdi, ama mutlaka gelirdi.

Biz yine beklemeye devam edeceğiz ama o artık gelmeyecek...

Adını çağıramayacağız, elini tutamayacağız, ağız dolusu gülemeyeceğiz anlattıklarına. Ama gülen gözleri, hep gözümüzün önünde olacak...