Uludere’ye giderken taziyeye, yalnız acılı değil, mahcuptum da. Bunca canın kim vurduya gittiği bir ülkede yaşamaktan da, Kürtleri canından bezdiren bu mağduriyetlere son verememekten de, savaşın, şiddetin ötesine geçemediğimiz için de mahcuptum.

Sorarım size, kim, her ne nedenle olursa olsun kendi insanı üzerine bomba yağdıran bir ülkede yaşamak ister ki? Ama yaşıyoruz işte... Hem de yıllardır... Devlet döne döne aynı hataları yapıyor, biz döne döne aynı acıları yaşıyoruz.

Döndüm; yine söyleyecek söz bulmakta zorlanıyorum. İster katliam deyin, ister demeyin; öylesine acı bir gerçeklik var ki karşımızda, tarife hacet yok...

Tastamam 35 tane can; senden benden hiç bir farkları yok.  Yani uzaydan filan gelmediler; ya da kanatlı yaratıklar filan değillerdi... Peki, nasıl olur da böyle bir “kazaya” kurban giderler? PKK’lı sanılmışmış... İyi de velevki öyleler, yine de onları durdurmanın başka yolu yok muydu? Böylece, topu birden bombalanarak ölmeli miydiler?

Göklerden kocaman bir kaya düşmüş gibi, koca bir ayıp gelmiş oturmuş 2012 Türkiye’sine... O, bilmem dünyanın kaçıncı ekonomisi, bilmem kaç ülkeye model olduğu söylenen Türkiye’ye...  Böyle simsiyah, lök gibi, utanç abidesi gibi bir kaya... Nereden tutsan acı ve utanç yapışıyor ellerine...

İktidar sözlere kilit vurmak istiyor bir de... Aydın, sanatçı terörün arka bahçesiymiş! Ne demeli!

Şiddeti, savaşı, terörü kimse savunmuyor, ama bu yaşananların konuşmaktan değil, konuşamamaktan kaynaklandığı bilinmiyor mu?  Kendi kimliğini, kendi dilini, tarihini, kültürünü var etmek isteyen bir halk varsa ortada, onu silahla, ölümle susturmanın mümkün olmadığını görmek için daha ne lazım? Daha kaç can? Bunu anlatmaya çalışanları, yalnız Kürtler için değil bu toplum için de barış, eşitlik, adalet arayanları susturmak değil, tehdit hiç değil, dinlemek lazım... Anlamıyor musunuz?

Baksanıza, BirGün’ün o güzelim ifadesiyle İnsansız haber Araçlarına (İHA) döndü medya. İçlerinde yüreğinin yangınını konuşturanlar[1] var ama çoğu da gizli soruşturmaya havale etti olayı... Bir de üstüne Genel Kurmay Başkanı’nın tutuklanması gibi “fevkaladenin fevkinde” bir olay gelince... Ne demeli?  Yaşananlar facia, stratejiler mükemmel... 

Oysa hem konuşmalı, hem de hesap sormalı... Gizli filan değil, açıkça... Ölenler geri gelmez ama bu ölen 35 insana da,  ailelerine de borcumuz büyük ve gereken yapılmalı.

Oradaki aileler ne diyorlar biliyor musunuz; en başta da kadınlar? “Hak yerini bulmalı!”  Özellikle “Hakkı” hiç dilinden düşürmeyenlere soruyorum; ne diyorsunuz bu söze?

Üç köy dolaştık, her birinde dizi dizi insanlar bizi bekliyorlardı. Sıraya dizilmiş o yüzlerce insanın elini sıkarken duyduğum utancı ne kadar anlatsam az. Ben mahcup, ne diyeceğimi bilemezken, onların vakarlı duruşları, gülümseyen gözleri, öfkelerini yüreklerine bastırışları biraz daha kahretti beni. Hem o kadar çaresiz hem o kadar büyüktüler ki... Görülmeye değer...  Utanmaya da...

Hatırlarını sayıp oralara gelmiştik; acılarını paylaşıyorduk ya, bundan memnuniyetlerini dile getiriyorlardı bir de... Hiç biri  ayağınıza sağlık demeyi, teşekkür etmeyi esirgemedi bizden. Oysa biz ne yapmıştık? Hiiçç... Biraz rahatımızı bozmaktan öte nedir ki yaptığımız?

Keşke, bu ülkenin insanları ardı ardına gidip gelseler oraya... Keşke bir parça teselli sunma gereği duyanlar artsa, çoğalsa...

Ya yaşadıkları yer...  Dimdik, ağaçsız, çıplak, taşlı dağlar her bir yanda... Dağlar arasında sıkışmış vadilere kurulmuş köyler... Bir avuç toprak parçası, ya var ya yok işlemek bir şey yetiştirmek için... Birkaç kömür ocağından başka ne bir işletme, ne bir fabrika görmek mümkün  Şırnak’la Uludere arasında...  Yani, bu devlet hiç mi düşünmemiş ne yer ne içer bu insanlar diye? Ya bu toplum?

Tepelerse karakollarla dolu... Işıl ışıl parlamaktalar karanlıkta. Aşağısı ile yukarısı arasındaki tezat büyük. Gençlerden biri, tepelerinde asılı gibi duran parıltılarıyla onları uzaylılara benzettiklerini söyledi! Öyle uzak, öyle yabancı... Acı değil mi? Karakollardakilerin aşağıdakileri için ne düşündüklerini bilmiyorum; soramadım.

Ya kaçakçılığa laf edenler...

İnsanın aklına, liberalizmin o meşhur deyişi geliveriyor. ”Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” değil miydi liberalizmin mantrası?  Onlar da bunu yapıyorlar işte... Niye kızıyorsunuz? Siz çare buldunuz da, onlar mı boş verip,  bu tehlikeli yola baş koydular?

Konuştuğum kadınlardan birinin kocası ölmüş bu bombalamada; daha 30’unda bile değil.  Beş çocukla ortada kalakalmış... Nasıl besleyecek bu çocukları? Örneğin dün, bugün ne yediler; yarın ne bulabilecekler? Böyle bir sorusu var mı buradakilerin?   Kaçaktı, kaçakçıydı lafını edenler, bu soruyu bir değil, bin düşünsünler derim.

Özetle, insanın ve devletin, acının ve acımasızlığın, hakkın ve hukukun hakikisini görmek için oralara gitmeli diyorum.

Sonra da, sözün gücünün, toptan tüfekten, bombadan daha güçlü olduğu günler gelmesi için konuşmaya devam...

[1] Sevgili Ece Temelkuran gibi... Yazısı bir harikaydı ve alkış yerine cezalandırılsa da, tarihe bir not düştüğü açık.