Bunca ölüm, yıkım, kin, düşmanlık vb.; hepsi ne için? Bir yandan, MHP’den oy devşirme, mümkünse bu partiyi ve HDP’yi baraj altına çekme.

Tamam, kendi başına/içinde hiçbir şeyin çözümü değildir ama temsilî demokrasinin olmazsa olmaz koşulu, yegâne meşruluk temeli, temsilde mutlak adalettir: Herkese eşit seçme-seçilme hakkı, eşit oya eşit temsil; bunun için de seçim barajının tümden kaldırılması, eşit popülasyonlu seçim bölgeleri, ‘millî bakiye’ sisteminin geri getirilmesi, sistem işleyebilsin diye de Türkiye milletvekilliği ihdası.

Bazı maskaralar çıkıp, “ama yönetimde istikrar ne olacak” diyerek seçim barajını savunacaktır. Seçimi barajlı Türkiye’de neredeyse 35 yıldır istikrar gösteren tek şey var o da, sürekli bir savaş hâli: Bunu göremeyecek kadar ebleh değilseniz, siyasal irade dolandırıcılığı ve manipülasyonu peşindeki insanlık düşmanı vatan hainlerisiniz.

Ancak bütün bunları açık açık ve son noktasına kadar tartışabilmemizi engelleyen bir ön/üst hainlik var: ‘Terörle mücadele’ üzerinden sürdürülen devlet terörü.

‘Terör’, kendi başına suç aleti bir kelime. Dilimize girip bugünkü işlevini edinmesi 80’lerin sonuyla 90’ların başına rastlıyor. O döneme kadar gerek gündelik dilde, gerekse resmî yazışmalar ve hukuk metinlerinde kullanılan kelime ‘tedhiş’; yani, ruhlara dehşet salma. Dehşet de tedhiş de, müd(t)hişle birlikte aynı Arapça kökten (dhş) türemiş kelimeler.

Tedhiş, terörün bire bir karşılığı. Tedhişçilik/terörizm de, ağırlıklı olarak siyasal hedeflerine ulaşmak için insanları ruhuna dehşet salarak onları yıldırıp sindirmek, yazacağını yazamaz, söyleyeceğini söyleyemez, yapacağını yapamaz, gideceği yere gidemez, kısacası mefluç (flc kökünden, felçli) hâle getirmek; yani kendisine özgü değerleri, normları, ideal ve hedefleri olan bir ideoloji veya siyasal doktrin değil, doğrudan doğruya bir eylem metodu ve icraat tarzı.

İnsanların ruhuna dehşet salıp, onları mefluç hâle getirmek, ancak ve ancak şiddet, kaba güç kullanmakla, silah kullanma/kullandırma gücüne sahip olduğunu göstermekle mümkündür. Ancak önemli olan, bu gücün/şiddetin kime karşı, nerede, ne zaman kullanılacağı bilinemesin, öngörülemesin, dolayısıyla insanlar bu şiddet/kaba güç karşısında gerek psikolojik olarak gerekse fiziken hazırlıklı olamasın ki, dehşete kapılıp mefluç hâle gelsinler.

Bu noktada, artarda iki sonuç sıralayabiliriz:
1- Terörizm bir fikriyat değil bir eylem tarzı olduğuna göre, insanların ruhuna dehşet salmaya yönelik bir eylem/icraat, böyle bir eylemi teşvik, tavsiye, planlama, destekleme söz konusu olmadığı ölçüde hiçbir kişi, grup veya örgüt terörle ilişkilendirilemez; nasıl ki kapital sahibi olmayan birisi, isterse “yaşasın kapitalizm” diye ter ter tepinsin, kapitalist sayılamayacağı gibi.

2- Terörizm, kendi başına bir ideoloji/doktrin olmadığına göre, hiçbir örgüt, hareket veya grup terörist olarak vasıflandırılamaz.

Bu tespitlerden kalkarak varacağımız nokta, ‘terör örgütü’ diye bir örgüt türünün var olamayacağı; dolayısıyla ‘terör örgütü’ kategorisini devreye sokan her türlü hukuk düzenlemesi ve yargılama mantığının aslında ‘suçun şahsîliği’ ve ‘yasayla tanımlanmamış suç ve ceza olmaz’ şeklindeki evrensel hukuk kurallarının, üstelik de hukuksallık görünümü altında ihlal edilmesine yönelik alçakça kurnazlıklardan öte hiçbir şey olmadığıdır. Ancak daha da önemlisi, ‘terör örgütü’ kategorisi üzerinden insanları terörize etmenin hiçbir gerçek olanağına sahip olmayan grup, topluluk ve/veya örgütleri suçlu ilân edip, onlarla ilişkili olan her bir tavır ve faaliyeti, ‘insanların ruhuna dehşet salma(tedhiş/terör)’yla ilişkisi olsun olmasın, terörle ilişkiliymiş gibi yargılayıp cezalandırmanın önünün açılıyor olması.