Attila Aşut

yazievi@yahoo.com

Geride bıraktığımız günlerde açıklanan bir mahkeme kararı, Türkiye’de eğitim dizgesinden sonra yargı erkinin de hızla dinselleştirilmekte olduğunun çarpıcı bir örneğini oluşturuyordu. Ne yazık ki gündemin saat başı değiştiği ülkemizde, bu karar üzerinde yeteri kadar durulmadı.

Konuyu özetleyerek anımsatmakta yarar var:

7 Ocak 2015 günü, İslamcı teröristler, Fransa’nın başkenti Paris’te mizah dergisi Charlie Hebdo’nun merkezine silahlı saldırı düzenleyerek katliam yaptılar. Saldırıda 11 çizerini yitiren dergi, kapağına hayali bir İslam bilgesinin figürünü koyarak, saldırıyı onun ağzından kınadı. Bu aslında, gerçek Müslümanların böyle bir cankırımını onaylamayacağını anlatan iyi niyetli bir tepkiydi. Cumhuriyet gazetesinden Hikmet Çetinkaya ve Ceyda Karan da Charlie Hebdo’yla dayanışma amacıyla bu kapağı köşelerine taşıdılar. Provokasyon için fırsat kollayan dinci ve tutucu çevreler, gazetede İslam Peygamberi’nin karikatürünün yayımlandığını ileri sürerek Cumhuriyet’e karşı karalama kampanyası başlattılar. Ülkenin dört bir yanında protesto gösterileri düzenleyip kışkırtıcı bildiriler yayımlayarak saldırgan eylemlere giriştiler.

Dinciler kazan kaldırır da güdümlü yargı durur mu!

Çetinkaya ve Karan için jet hızıyla dava açıldı. “Suçlu” bulunan meslektaşlarımıza ikişer yıl hapis cezası verildi. “İyi hal indirimi” uygulanmadığı gibi, cezalar da ertelenmedi.

İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 200 sayfalık gerekçeli kararında, gerçek tahrikçiler göz ardı edilerek, “Bu davada somut olarak tahrik edilen husus dindir” dendi.

Karara göre, yargıçlar yalnız vicdani kanaatlerine göre değil, “Toplumda çoğunluğu oluşturan dini inanca göre” karar vermek durumundaymış. Gelin de şu gerekçede “hukuk” kavramının “h”sini bulun bakalım: “Hiçbir hâkimin, içinde yaşadığı toplumdan koparak farklı hareket etme hakkı ve lüksü yoktur.”

Oysa “darbe ürünü” diye yerden yere vurduğumuz 12 Eylül Anayasası’nın 138. maddesinde bile açık ve kesin bir hüküm var: “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.”



Demek ki yargıçları bağlayan ana ilke, toplumun dinsel eğilimleri değil, “Anayasa, kanun ve hukuk”tur.

Gerekçeli kararda ayrıca, Cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne, şeriat yanlılarının gerçekleştirdiği Kubilay, Maraş, Sivas, Rahip Santoro ve Zirve Yayınevi cinayetleri, “iyi niyetli ani toplumsal reaksiyonlar” biçiminde yorumlanarak adeta aklanmaya çalışılıyor.

Karar metnindeki şu değerlendirmeler insanın kanını donduruyor:

“İslam dininin peygamberi Hz. Muhammed’in resmi hiçbir yerde yoktur. Sadece peygamberimiz değil, müşrik ileri gelenlerinin de resmi yoktur. Çünkü İslami inanışa göre iman, bir gayb ve kalb meselesidir. Yani gözünüzle görmediğinize inanmak vardır. Yine inanışa göre, Müslüman olmak Yaradan’a, meleklere, ahirete inanmakla vücut bulmaktadır. Diğer yandan, İslami inanışa göre Hz. Muhammed’i resmetmek mümkün değildir.”

Eğer Cumhuriyet gazetesinin aktarımında bir yanlışlık yoksa, gerekçeli kararda geçen “peygamberimiz” sözü, bir şeriat mahkemesiyle karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor. Laik hukuk düzeninde bir yargıç, yazdığı karara “Peygamberimiz” diye başlayamaz. Yargıçlar da elbette inançlı olabilir ama bunu kararlarına yansıtamazlar. Yansıtırlarsa Anayasa suçu işlemiş olurlar.

Mahkûmiyet kararındaki bir başka çelişki de, bir yandan “Hz. Muhmmed’in resmi yoktur” denirken, öte yandan Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan çizimin İslam Peygamberi’ne ait olduğunun öne sürülmesidir. Resmi yoksa, bunun o kişi olduğuna nasıl karar veriyorsunuz?

Gerekçeli kararda, “Her cezai norm, uygulanacağı ülkenin değerleri ile paraleldir. Öyle de olmalıdır” denildikten sonra, 2 Temmuz 1993’teki Sivas topluöldürümü bakın nasıl açıklanıyor: “Yakın geçmişte ateist olduğunu gizlemeyen yazar Aziz Nesin’in İslam dinine yönelik bazı hakaret içerikli sözler söylediğinden bahisle Sivas’ta toplu halde harekete geçen insanlar, Aziz Nesin’in kaldığı bildirilen oteli galeyana gelerek ateşe vermiştir. (…) Sonuçta, dinsel saikle hareket edenler sonuçtan çok sebebin doğruluğundan hareket etmektedir. İşte bu gerekçe ile, yayımlanan çizim nedeni ile toplu hareketlerin mevcudiyeti karşısında somut bir şekilde TCK 216/1. maddedeki suçun unsurlarının oluştuğu kabul edilmiştir. (…) Mahkememiz, içinde yaşanılan toplumda büyük kesimi oluşturan İslami dinsel topluluğun inançlarına, doğrularına saygı duymakla yükümlü olup, bu realiteyi de görebilecek yeterliliktedir.”

Hikmet Çetinkaya ve Ceyda Karan için verilen mahkûmiyet kararı, basın ve düşünce özgürlüğü açısından olduğu kadar, dili ve referansları bakımından da ciddiyetle irdelenmelidir. Bu kararla, laik hukuk dizgemize dinsel bir giysi giydirilmek isteniyor. Kararın Yargıtay’ca onanması durumunda oluşacak içtihatla, Türkiye’de “şeriat yargısı” dönemi başlamış olacaktır. Böyle tehlikeli bir durumun önlenmesi için, başta Türkiye Barolar Birliği olmak üzere tüm hukuk kurumlarını ve duyarlı hukukçuları göreve çağırıyorum.