Esnek çalışma giderek işçiler arasında bir katmanlaşmaya neden olur. Bu katmanlaşma da sürekli bir işi olmayan ve sürekli iş değiştirmek zorunda kalan bir kitleyi ortaya çıkardığı ölçüde cemaatlere olan bağlılığı giderek daha fazla artırır.

Tehlikeli Bir Zamir: 'Biz'
İsmailağa cemaati liderinin cenaze törenine AKP'li Cumhur- başkanı Erdoğan ve birçok siyasi katılmıştı. (Fotoğraf: AA)

Mustafa Kemal Coşkun

Farklı bir anlamda kullanmakla birlikte, Richard Sennett,1 “biz” zamirinin önemli bir tehlikesine işaret eder: Esnekliğin belirsizlikleri, köklü bir güven ve bağlılık duygusunun olmayışı, kişinin iş aracılığıyla hayatını çizememesi, “biz” kelimesinin kullanılmasını savunmacı bir davranış haline getirmiştir. Bu savunmacı davranış, kafa karışıklığına ve savrulmaya karşı geliştirilen bir cemaat arzusundan başka bir şey değildir.


“Biz” zamirinin işçi ve emekçiler açısından daha olumlu kullanımlarından da bahsetmek mümkün elbette. Lakin günümüzde işçi ve emekçilerin rızasını almaya dayanan bir kültürel hegemonya aracılığıyla kullanılan bir “biz”dir burada söz konusu olan. İşçinin bütün yaşamını kontrol altına alma ve disipline etme çabaları aslında hiç de yeni değildir. Piyasa ekonomisi bireysel özgürlüğü gerçekleştirmeyi vaat eder, ama gerçekte bireyselliğe karşıdır. Kapitalizm tarihinde zaman zaman bunun yolu, işçilerde bir topluluk duygusu yaratmayı amaçlayan paternalist ilişkiler olmuştur. Fabrika kentleri denen kentler de bu şekilde doğmuştur ki bunun en bilinen örneklerinden biri, George Pullman tarafından 1880’li yıllarda ABD’de kurulan fabrika kentidir. Pullman, yataklı vagon üretiminde çalıştırdığı işçiler için içinde banka, mağaza, market, okul, kilise gibi kurumların da olduğu bir şehir oluşturur. Elbette bütün bu kurumlar yine Pullman şirketine aittir ve kent yaşamında bütün kuralları belirleyen şirketin kendisidir. Bütün işçiler kentte kendileri için yapılmış evlerde kira vererek oturmaktadır. Kentte yoksullara, yetimlere ve işsizlere yer yoktur. Kasaba sadece çalışkan, kendi kendine yetebilen insanlar için tasarlanmıştır. Bir kişi işini kaybettiğinde ve artık kira ödeyemez hale geldiğinde, kasabayı terk etmesi beklenmektedir. Diğer kurallar arasında, lambalara ve sobalara gösterilmesi gereken özen, sigara içme kuralları, gece sokağa çıkma yasağı ve kiracıların genel olarak nasıl davranmaları gerektiği gibi konuları ayrıntılı olarak belirleyen kurallar da vardı. Uygulanan düzen ve temizlikten kiracılar fayda sağlıyordu, ancak kısıtlamalar kişisel haklarına yönelik rahatsız edici bir müdahaleyi temsil ediyordu. Kendine güven ruhunu teşvik edecek ya da kiracının inisiyatifini geliştirecek çok az şey vardı. Diğer taraftan tüm eğlence ve sosyal ihtiyaçları karşılayacak biçimde tasarlanmış bir program da vardı. Burada yaratılan paternalist ilişkiler, bu işçileri rahatlıkla gözetleme ve hayatları üzerinde daha çok denetim kurma amacını taşıyordu. Buna rağmen Pullman işçileri, 1894 yılında büyük bir greve imza atacaklardı, zira sıkı gözetim ve kontrol işçilerin sisteme sonsuza kadar rıza gösterecekleri anlamına gelmemekteydi. Pullman’ın kendisini işçilerin babası gördüğü bu sistemde yaratılan cemaatvari “biz” duygusu, bir müddet sonra işçiler açısından “biz” ve “onlar (Pullman gibiler)” ayrımına dönüşmüştü.

Ancak günümüzde bu türden kontrol sistemlerine artık gerek yoktur, zira neoliberal birikim rejimi ile ilintili olarak bu “biz”, işin ve işçinin denetlenmesi amacıyla hem iş yaşamını hem de gündelik yaşamı saran bir kültürel hegemonya aracılığıyla gerçekleşmektedir. Düzenlenmiş ekonomi modelinin yerine geçen esnek üretim modeli üzerine önemli çalışmalarından birinde Piore ve Sabel, esnek üretim modelinin geleneksel-modern ya da sanayi toplumu-sanayi öncesi toplum gibi ayrımların ötesinde bir anlam ifade ettiğini belirtirler: “Esnek üretimde, aile ve okul bağlarında ya da etnik ve siyasal kimliğin cemaat düzeyindeki ifadelerinde kendini gösteren toplumun nerede bittiğini, ekonomik örgütlenmenin nerede başladığını söylemek çok zordur. Zanaatkârlığın yeniden ortaya çıkışının tuhaf taraflarından biri, bugün modem teknolojinin etkin kullanımının, sanayi öncesi bir geçmişle özdeşleştirilen sosyal bağların canlandırılıp güçlendirilmelerine bağlı oluşudur.2 Bu sosyal bağlar, esnek üretim biçimi çerçevesinde cemaat ilişkilerinde kendisini göstermektedir.

Günümüz Türkiye’sinde holdingleşmiş olanlar da dahil olmak üzere daha çok küçük ve orta boy işletmeler biçiminde üretim yapan cemaatlerin yarattığı ilişki ağlarının emekçiler üzerinde kurulan hegemonyada çok işlevsel olduklarını söylemek yanlış olmaz bu nedenle. Cemaat, “biz” duygusunun yaratılması ve bu yolla da işin sahiplenilmesi, rızanın üretilmesi vb. açılardan oldukça önemli bir işlev görmektedir. Nitekim esnek çalışma giderek işçiler arasında bir katmanlaşmaya neden olur. Bu katmanlaşma da sürekli bir işi olmayan ve sürekli iş değiştirmek zorunda kalan bir kitleyi ortaya çıkardığı ölçüde cemaatlere olan bağlılığı giderek daha fazla artırır. Böylece aynı iş yerinde çalışanlar arasında aynı cemaatten olmaya dayalı olarak yaratılan “biz” duygusu, emek denetiminin sağlanmasında başlıca araçlardan biri olmaktadır.

Burada iki noktaya vurgu yaparak bitirelim. Birincisi, işçi ve emekçilerin belirli bir cemaat ilişkisi içerisinde kültürel hegemonyaya tabi tutulmuş olmaları, onların, dinin “kitlelerin afyonu” olması dolayısıyla sömürüye her daim rıza gösterecekleri anlamına gelmeyip, baskıya direnme iradesini de güçlendirebileceği akıldan çıkarılmamalıdır. İkinci olarak, bu direnişin yolu, “biz” zamirinin işvereni ve işçiyi bir arada içine alan cemaati değil fakat bir sınıf karşıtlığı anlamında kullanılmasıyla açılabilir.

1Sennett, Richard. (2008). Karakter Aşınması, (çev.: B. Yıldırım), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
2Akt., Buğra, Ayşe. (2004). “Dini Kimlik ve Sınıf”, Sürekli Kriz Politikaları içinde, (der. N. Balkan-S. Savran), İstanbul: Metis Yayınları.