Tek beden

Sabah, balıkçılar kahvesinde gazeteleri okurken Thomas Bernhard’ın “Eski Ustalar”da yazdığı sözler geldi aklıma: “Gazete okuru, bu ülkede yıllardan beri yalnızca skandal okuyor, ilk üç sayfada siyasal olanları ve sonraki sayfalarda da diğerlerini, ama yalnızca skandalları okuyor, çünkü Avusturya gazeteleri artık yalnızca skandalları ve rezaletleri yazıyor, başkaca bir şeyi değil. (…) Avusturya gazeteleri mecburen böyle iğrenç ve böyle alçak, çünkü Avusturya toplumu, özellikle de Avusturya politik toplumu ve bu devlet bu kadar iğrenç ve bu kadar alçak.”

Thomas Bernhard’ın roman kahramanı Reger’i, şimdi benim okuduğum gazeteleri okurken hayal ettim bir an. Balıkçılar da Reger’den farklı değillerdi pek, televizyondaki haberleri sinirlenmeden seyredemiyorlardı ve gazeteler kısa sürede okunmaz hale geliyordu ellerinde. Bu kadar sinirlenmelerine rağmen neden inatla televizyon seyredip o gazeteleri okuyor olmalarına anlam veremiyordum önceleri. Macit Amca, bunu yapmazlarsa, sinirlenmezlerse, sinirleneceklerini bile bile gazete okuyup televizyon seyretmezlerse, bu ülkede yaşamıyormuş gibi olacaklarını, bundan korktuklarını söyleyince anlamıştım. Romain Gary’nin dediği gibi, “Faşizm, her zaman bir duyarsızlaşma süreci olmuştur.” Onlar da böyle direniyorlardı faşizme, öfkelenmekten vazgeçmeyerek, inatla…

Ben bizim balıkçılar gibi değildim, sinirlenince kendimi tutuyordum, saf saf ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. Gerçekte anlaşılacak bir şey yoktu, her şey bütün çıplaklığıyla ortadaydı. İntikam duygusuyla çalışan bir siyasi aygıt, günah keçisi ilan ettiği kesimleri ezerek varlığını yıkım üzerinden sürdürüyordu. Bu yıkımın sonuçları geleceğimizi belirleyecekti, kaçış yoktu. Macit Amca, sanki düşüncelerimi duymuş gibi iç çekerek “Başımızı daha fazla belaya sokmadan, hayırlısıyla…” dedi ve sustu, önündeki karpostallarla dolu defterine döndü.

Onu, Romain Gary’nin Mösyö Salomon’una benzetirim bazen. Romain Gary’nin romanlarını yeni baştan okuyordum. Mösyö Salomon, geçmişe ait kartpostallar, fotoğraflar topluyordu. Victor Hugo ya da Balzac gibi ünlü kişileri herkes hatırlayıp saygı duyarken, “hiçbir şey olamamış, ama sevmiş, umut etmiş, acı çekmiş kişilere” kimsenin aldırmamasına isyan ediyordu: “Doğuşlarında hepimizin ortak hazır giysisini alçakgönüllülükle sırtına geçirip de son durağa dek çıkarmamış olanlara. Bu deyim, bu hiçbir şey olmamış deyimi bile iğrenç, gerçek ve katlanılmaz bir şey. Kendi küçük olanaklarımın sınırı içinde, buna boyun eğemem.”

Kahvede balıkçılara bakarken, hepimizin giydiği ortak hazır giysimizi düşündüm. Askerî darbelerle, katliamlarla, yoksullukla yırtık pırtık olmuş, yanlış terzilerin elinden çıkmış bu giysiyi üzerimizden çıkarıp başka bir hazır giysiyi zorla giydirmek istiyorlardı, tek beden, içine sığamayan nefes bile alamasın.

Radyoda dertli mi dertli bir türkünün çaldığı sırada, “Kral Salomon’un Bunalımı”ndaki Jean’ın sözlerini okuyordum: “Gerçekçi şarkı yığın yığın mutsuzluk isteyen bir türdür, halk türüdür çünkü. Özellikle yüzyıl başlarında, sosyal güvenliğin bulunmadığı, insanların yoksulluk ve veremden sapır sapır dökülüp öldükleri dönemde çok modaydı, aşk da bugünkünden çok daha önemliydi o dönemlerde, çünkü ne araba vardı, ne televizyon, ne tatil, hele bir de halk çocuğu oldun mu aşk bulup bulacağın en güzel şeydi.” Romain Gary Avrupa’yı düşünerek yazmış olsa da gülümsetmişti beni. Bizde yoksulluk devam etse de, televizyon ve internet mutsuzluğun anlamını değiştirmiş olmalıydı, aşk acısı çeken azalmış gibi görünüyordu yeni şarkılara bakınca.

Eski şarkıcı Madam Cora, şarkılara konu olacak yeni mutsuzlukların bulunması gerektiğinden bahsediyordu romanda, ama dediğine göre gençlerde esin kalmamıştı. Öyle mi diye düşündüm, birkaç şarkı, müzik grubu geldi aklıma, ama hepsinde bir ‘cool’ olma hâli vardı, acıdan öldüklerini haykırırlarken bile.

Yağmur bulutları denizin üzerini kaplarken “Zülfü Siyahım” çalıyordu radyoda: “Ne de olsa kışın sonu bahardır…”