Eşitsiz gelişim yasası işliyor, bütüne yayılmayan er geç yok oluyorsa, başkalarının acıları pahasına erişilen gelişmişlik de dünyanın tamamına mal edilemezse yıkılacak

Tek ülkede kapitalizm mümkün mü?

“Akşam çanları yorgun olur” der Yaşar Kemal, ‘Yılanı Öldürseler’de. Seçimlerden sonra biz de öyle yorgun, içinde yaşayanları tanımadığımız köyü tepelerden seyreyleyen yabancılarız sanki; koyunların, keçilerin ağır ağır öten çanlarının hüznü yüreğimizde.

Seçimden bir ay önce sosyal medyada şöyle yazmıştım: “Yeni dönemin sınırları devletimizce çizildi, roller dağıtıldı. Yumuşak bir geçişle, mekân sahiplerinin diledikleri olacak.” Seçim öncesi makalemde ise, önemsediğim bir soru sormuştum BirGün’de: “Seçime dayalı oligarşilerin yani modern demokrasilerin dünya ölçeğindeki krizine çözüm, yerden göğe ne buldularsa yağmalayan egemenlerin mülksüzleştirilmesi olabilir mi? Bilemiyoruz, kapitalizmin bu evresinde böyle meseleleri kamusal alanda konuşup tartışmak, hatta bunu gizli gizli düşünmek bile neredeyse tabu çünkü.”

Dünyanın yüzde doksan birinin hiçbir biçimde mülk sahibi olmadığını konuşmuyoruz örneğin, özgürlüğü konuştuğumuz kadar konuşmuyoruz eşitliği. Oysa neredeyse her insani dramın temelinde eşitsizlik yatıyor. ‘Yatık Emine’sini hatırlıyorum Refik Halid Karay’ın, beni günlerce uykusuz bırakan öykünün son cümlelerini: “Köşede, ikiye katlanmış bir hasır parçası üstünde bir şekil uzanmış, yatıyordu. Sevinçle: “Hah, burada!..” dediler. Çavuş, karanlıkta hesapladığı köşeye yürüdü, elini uzattı, fakat ürkek bir sesle: “Aha, karı buz kesmiş!..” diye haykırdı. Yatık Emine açlıktan ve soğuktan öleli galiba günler geçmişti. Tüh, bu ne aksi işti… Nefer de, daha ziyade sağlam tutmak için, bir defa yokladı: “Yetişemedik be, gebermiş!..” dedi. Bir müddet, zihinlerinden fena şeyler geçirerek durdular. Sonra “Haydi, gidek!” ikazıyla birbirlerini iterek gecenin karlı rüzgârlarına karışıp küfür ede ede uzaklaştılar.” Türkiye’ye sığınmış Suriyeli hamile bir kadın 1 yaşındaki çocuğuyla birlikte öldürüldüğünde, “Biz ne ara bu kadar kayıtsız, bu kadar duyarsız, bu denli zalim, acımasız, alçak olduk?” diye soranlar arasında hatırlayan olmuş mudur bu öyküyü? Birinci Dünya Savaşı sonrasının, 1919’un Yatık Emine’sinin, açlığa terk edilip yapayalnız ölmese ırzına geçilecek olan garibin yüz yıl sonrasındayız ama yüz yıl ilerisinde değil, düşünen olmuş mudur?

Haziran boyunca dört Avrupa ülkesini dolaşıp geldim, sıcağı sıcağına aktarayım somut izlenimimi: Batı-Orta ve Kuzey Avrupa’nın erken kapitalistleşme avantajı, dünyanın geri kalanını sömürü ve İkinci Dünya Savaşı sonrasının refah devleti uygulamalarının başarısıyla eriştiği düzey, bir yandan neo-liberalizmin diğer yandan göçmenlerin baskısı altında, en fazla birkaç kuşaklık yakıtını kullanmakta. Eşitsiz gelişim yasası işliyor, bütüne yayılmayan er geç yok oluyorsa, başkalarının acıları pahasına erişilen gelişmişlik de dünyanın tamamına mal edilemezse yıkılacak. Ve fakat yıkılacak olan, her türlü eksiğine rağmen, insanoğlunun bugüne dek üretebildiği en yetkin toplum biçimidir. Tek ülkede sosyalizmin mümkün olmadığını öğrendiğimiz gibi tek ülkede kapitalizmin de mümkün olmadığını bir an önce idrak etmez, izm’leri-ideolojileri yüksek sesle savunur görünürken sahici dayanışma bağlarını özenle kurmazsak çok acı sonuçlara katlanmak zorunda kalacağız.

Eşitliği, bir gün kurulacak düşler ülkesinde erişilecek hedef sayma yanlışına her kesimden insan düşüyor, en çok da seçimlerde sağcılar kazandıktan sonra. Oysa eşitlik hedef değil, bir toplum oluşturabilmek için en başta gerekendir, öyle olmalıdır. Farklı talepleri farklı şekillerde ifade etsek de her birimizin eşit olduğu ön kabulü anarşik bir başlangıç sayılabilir ama bilelim ki, her rejim (evet, her rejim!) eşitliğe karşı, eşitliği bozacak biçimde hareket eder. Demokrasiyi oluşturan demos-kratos ikilisinden kratos, herkesin eşit düzeyde eyleme ehliyeti, kudreti, marifeti; demokrasiyi geliştirecek olan da, herkesin eşitliği adına her türlü rejime yapacağımız müdahalelerdir. Yoksa bütün izm’lerin Yatık Emine’leri olacak, birileri onların üzerine çullanacak, birileri de akşam çanları kadar yorgun, yabancı, yenik, seyredecektir olan biteni.

“Merkez yok” dediğinde Derrida; yine 1919’a, Birinci Dünya Savaşı sonrasına fakat bu kez Batı’ya, William Butler Yeats’e çıkıyor yolumuz aslında, o büyük, eşsiz, kâhince şiire: “Döne döne büyüyen anaforda / Şahin duyamıyor şahincisini; / Her şey yıkılmış, bel vermiş ortadirek; / Kargaşalık salınmış yeryüzüne, / Yükseliyor kana bulanmış sular ve her yerde / Sulara gömülüyor suçsuzluğun töreni; / İyiler her türlü inançtan yoksun, / Oysa yoğun bir tutkuyla esrik kötüler / Belli ki bir giz açıklanmak üzere; / Belli ki İkinci Geliş kapımızı çalıyor… ” (Cevat Çapan çevirisindeki “Her şey yıkılmış, bel vermiş ortadirek” dizesinin orijinali “Things fall apart; the centre cannot hold” şeklinde olup, mihrakın-merkezin tutunamayışını, çözülüşünü, yok oluşunu haber vermektedir.) Şiirin devamında ikinci kez doğacağı duyurulan da İsa değil, güneş misali acımasız ve boş bakışlarıyla yırtıcı bir hayvandır artık, çevresini öfkeli çöl kuşlarının gölgeleri saran. Yüzlerce yıllık uykusundan uyanan, bir karabasan olup çökecektir dünyanın üzerine.

Türkiye’de yaşanan da, Avrupa’da yaşanacak olan da budur.