“Kolay gelsin! Tekel’in T’sinden yola çıktın, hızını alamayıp Devrim’in D’sine kadar vardın” diyenlerin haklılık payı bulunabilir. Şairin,

“Kolay gelsin! Tekel’in T’sinden yola çıktın, hızını alamayıp Devrim’in D’sine kadar vardın” diyenlerin haklılık payı bulunabilir. Şairin, “insan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar” dediği gibi 2010 eşiğinde böyle bir iyimserliği herhalde çok görmezsiniz
Hepimiz yeni bir yıla umutlarla, heyecanlarla, beklentilerle adım atmak isteriz. Yüreği solda atanlar, emekten yana bir toplumsal değişim arzulayanlar için Tekel işçilerinin direnişi yüzümüzü güldürdü, kanımızı kaynattı, heyecanımızı kabarttı.
Aşina olduğumuz, kendimizi sorgusuz sualsiz “taraf” hissettiğimiz bir eksende, “emek/sermaye” çelişkisi temelindeki “parlama” 2010’a adım atarken, açıkçası cümlemize iyi geldi. Doğru, Şişe-Cam işçileri, SEKA işçileri, Tuzla tersanesi işçileri direnirken de benzer duyguları yaşamıştık. Lakin anlık “parlamalar” sistemi tehdit eden bir “patlamaya” dönüşmemişti. Ama her biri arkasında izler, deneyimler, anılar bıraktı. Bu kez mevzi kazanımları aşan, tüm sınıfa yayılan bir hareketlenme potansiyeli söz konusu. En azından temennimiz bu.
Öncelikle TBMM zemininde siyaseti sınıf/sömürü, emek/sermaye ekseninde okuyan; neoliberalizme, özelleştirmeye, IMF/DB programlarına, Amerikan emperyalizmine net tavır alan tek bir Allahın kulu bulunmadığı için, hakim siyaset kimlik, inanç, yaşam tarzı zemininde cereyan ediyordu. Tekelcilerle başlayan, itfaiyecilere yayılan “ekmek kavgası” siyaseti, mebuslar dahil herkesi tavır almaya davet etmesi anlamında bile hayırlıdır. Tekel’in tüm Türkiye coğrafyasına yayılan, tarihi 146 yıla dayanan bir kurum olması, haliyle mağdurların da ülke sathına dağılması, kavganın farklı zemin ve sektörlere sıçraması potansiyelini barındırıyor. Tekel örneği, hükümetin ekonomik krize karşı nasıl aciz kaldığını teşhir anlamında da güzel bir fırsat sunuyor. Çünkü böyle dönemlerde hükümetler kamusal yatırımlarla, yeni istihdam yaratarak, özellikle tüketim mallarında fiyat ayarlamalarıyla krizi yönetme, sosyal etkilerini azaltma şansına sahip olabilirdi. Tekel tüm bu potansiyelleri barındıran, dört başı mamur bir kurumken, 1 milyar 710 milyon dolarlık kıtipyoz bir özelleştirme yüzünden tüm bu fırsatlar uçup gitti. Sigara, içki, bilumum faaliyet alanları yabancı tekellerin at oynattığı, haliyle kardan başka bir amaç taşımadığı “asosyal” para basma makinelerine dönüştü.Aslında her özelleştirme ayrı bir ibret vesilesi.Daha 2000 yılında kamudaki işçi sayısı 650 bin iken,bugün 400 bin civarında seyrettiği bilgisini verip bugünkü konumuz Tekel üzerinde yoğunlaşalım.
Tekel vakası sınıf dayanışmasının öneminin anlaşılması bakımından da, belki en öğretici ve hazin örnektir. Çünkü 2001 döneminde, Kemal Derviş “15 günde 15 yasa” sopası elinde Washingthon’dan sökün ederken, tütün yasası sadece, 2001'de sayıları 477 civarında seyreden tütün üreticilerinin değil tüm Tekel çalışanlarının çanına ot tıkamak anlamına geliyordu. Ne yazık ki bu mekanizma zamanında yeterince kavranamadı, BAT tütünü ithal etmeye başlayınca sırf yetiştirenlerin değil, işleyenlerin de ekmeğini elinden almış oldu. Belki de hepsinden daha önemlisi, Tekel direnişi Türkiye’nin etnik, mezhepsel kimlikler, yaşam tarzları üzerinden ayrışma, kutuplaşma, kopuşma yaşadığı, insanın söylemeye dili varmıyor ama boğazlaşma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu bir dönemde Türkünü-Kürdünü / Alevisini- Sünnisini / Başörtülüsünü-Başıaçığını ekmek ekseninde buluşturmak gibi, zedelenen “bir arada yaşama kültürünü” onarmaya yönelik çok hayırlı bir dönüm noktası olabilir. Tekel’in özelleştirmesinin bedeli ödenirken, zulüm adres sormuyor. Samsun’daki, Siirt'teki, Adana’daki, İstanbul Maltepe’deki emekçiler ve aileleri ortak bir kaderi paylaşıyor.
Burada demokratik kimlik ve kültür taleplerinin küçümsendiği, farklılıkların yok sayıldığı gibi bir anlam tabii ki çıkmamalı. Aksine, eğer süreç iyi yönetilebilirse, emek ekseninde buluşmak farklı kimlikleri, dolayısıyla farklı talepleri, arayışları ve öncelikleri bulunan emekçilerin birbirini daha iyi dinlemesi, anlaması, hoşgörüyü yaygınlaştırması için fırsat bile olabilir.
Özelleştirme, insan doğasının kolektif değerlere, paylaşmaya, dayanışmaya değil de kara, rekabete, bireysel çıkara yatkınlığı varsayımına dayanan bir neoliberal saplantı olduğu için zaten sol, sosyalist düşünceyle bağdaşmaz. Tekel örneği, felsefi yönü bir yana bırakılsa bile, özelleştirmenin pratikteki acımasızlığının, haksızlığının, halk düşmanlığının kavranabilmesi ve kavratılabilmesi için biçilmiş kaftan.
Türkiye’de özelleştirme furyasının artık sonu göründüğüne, kamu işletmelerinin tasfiyesi tamamlanma aşamasına geldiğine göre, emekten yana siyasi oluşumların sırf özelleştirmeye karşı çıkmaları yetmez.
Tüm bir özelleştirme sürecini ters yüz etmeyi programlarına almaları beklenir. Taklitlerden kaçınmak için, özellikle “yeni sol” siyasi markaların bu turnusol kağıdıyla teste tabi tutulmaları hararetle önerilir…
HARVEY'İN ORTAK-DEVRİM TEORİSİ
Tek bir toplumsal parlamadan, Tekel direnişinden hareketle, üstelik de ilgili sendikanın niteliği ortadayken bir “devrimci” değişim ve dönüşümden söz etmek tabii ki safdillik olur. Ne var ki bazen bir kıvılcımın ciddi bir yangına dönüşebildiğini de akıldan çıkarmamak gerekiyor. Ünlü Marksist araştırmacı David Harvey ciddi bir tartışma yaratacağı tahmin edilebilecek son çalışması “Anti-Kapitalist bir Geçişin Örgütlenmesinde”,(www.monthlyreview.org/mrzine/harvey151209p.html) bugünkü görevi, başka bir sosyalizm ve komünizmin nasıl mümkün kılınabileceğini tanımlamak ve geçişin nasıl başarılabileceğini belirlemek şeklinde saptıyor. Marx’ın kapitalizmin feodalizmin bağrından nasıl çıktığına ilişkin tahlilini iyi anlayarak, bir “Ortak-devrim” teorisi (Co-revolutionary theory) inşa edilebileceğini düşünüyor. Harvey’e göre, toplumsal değişim kapitalizmin bünyesindeki yedi farklı momentin karşılıklı ilişkileri üzerinde yükselebilir:
a) Üretim, değişim ve tüketimin teknik ve örgütsel formları,
b) doğayla ilişkileri,
c) insanlar arasındaki toplumsal ilişkiler,
d) dünyanın farklı bilgileri, kültürel anlayışları ve inançları kucaklayan  zihinsel algılanması,
e) spesifik malların, coğrafyaların, hizmetlerin emek süreçleri ve üretimleri,
f) kurumsal ve hükümet katında düzenlemeler,
g) toplumsal yeniden üretimin temelini oluşturan günlük hayatın sürdürülmesi.
Bu momentlerin her birinin iç dinamiği vardır ve karşılıklı olarak iç gerilimler ve çelişkilerle yüklüdürler. Fakat aynı zamanda karşılıklı bağımlılık sergilerler ve birlikte evrilirler. Kapitalizme geçiş de, tüm yedi momentte birbirini karşılıklı destekleyen bir hareket gerektirmiştir. Harvey bu noktada tek bir momenti alıp, onu “her derde deva” gibi görmenin tehlikesine dikkat çekiyor. Teknolojik determinizm (Tom Friedman), çevresel determinizm (Jared Diamond), günlük yaşam determinizmi (Paul Hawken), emek süreci determinizmi (otonomlar) örneklerini veriyor ve hepsinin yanlışlığının altını çiziyor. Aralarında eşitsiz gelişme bulunsa da, gerçekte tüm momentlerde diyalektik bir hareketin anlam taşıyacağını vurguluyor.
Burada kıssadan çıkarılacak hisse: Anti-kapitalist hareketin mücadeleye herhangi bir yerden başlayabileceğidir. Yeter ki bir momentten diğer bir momente kendini güçlendirerek taşıyabilsin. “Nereden başlasak?” sorusuna anlamlı bir noktadan verilecek cevap, “Nerelere sıçrasak?”, Lenin’in meşhur “Nasıl Yapmalı?” ve “Kimle Yapmalı?” sorularına da ön hazırlık oluşturabilir.
DEVRİMCİ ÖZNE: KOLEKTİF EMEKÇİ
Tartışmayı Tekel işçilerinden başlatmak bizi, “kurtuluşu hala devlet kapısında çalışan, kol gücüne dayanan bir işçi sınıfında mı arıyorsunuz? Sorusuna muhatap kılabilir. Aslında Harvey’in yedi momenti, esnek ama bütünlüklü bir cevap oluşturduğu için kendiliğinden sorunu çözme potansiyeli taşıyor. Ama yine de biraz ayrıntılandırmak gerekirse, 21.yüzyılın devrimci öznesinin küresel kapitalizmin üretim ağları karşısında kol ve fikir emeğinin dünya çapında toplumsallaşmasını, ortak mücadelesini özümsemiş “kolektif emekçi” olabileceği öngörülebilir. Şimdilerde sıkça tekrarlanan, “tarihsel buluşma” kavramı ancak fikir emeği ile kol emeği tekrar bir araya getirilebildiği zaman karşılık bulur. Küresel sermayenin tahakkümünden özgürleşmek de, elbet fikir ve kol emeğinin küresel dayanışmasıyla mümkün olur. Kriz döneminde henüz başlangıç aşamasında da olsa, “uluslar arası üretim şebekelerinin” farklı “düğüm noktalarında” yer alan emekçiler arasında, çelik, otomotiv ve sağlık sektöründe umut veren “enternasyonalist dayanışma” örnekleri sergilenmesi de yüreklere su serpti.
Bu vurgular, toplumsal ve politik değişimi doğanın dönüştürülerek, fethedilmesine bağlayan, sırf mavi yakalılara “ayrıcalıklı özne” misyonu yükleyen bir anlayışa mesafe koyarken; aynı zamanda, hayatın devrimci dönüşümünün anahtarını sadece “entelektüel” faaliyet gösterenlere teslim eden bir tür idealizme de düşülmemesi açısından önemli.
Kapitalizmin alt üst oluş dönemleri, sınıflar arası güç dengelerinin de yeniden şekillendiği virajlardır. Bilindiği gibi kar oranlarının düşmesi ve aşırı üretim karşısında 70’lerin sonunda gündeme sokulan neoliberalizm emeğe karşı tam bir sermaye taarruzuydu. Kuzeyde Thatchercılık ve Reagancılıkla, Güneyde ise Özal benzeri “yerel” figürlerin acenteliğini üstlendiği yapısal uyum programlarıyla kendini gösteren neoliberal yeniden yapılanma, örgütlü emeğe ve emekten yana kurumsal yapılara doğrudan bir saldırıydı.
Emek gelirlerinin baskı altına alınması, yedek emek ordusuyla çalışanlara sopa sallanmasıyla sermaye birikimine hız kazandırmak amaçlanıyordu. Özelleştirme, kuralsızlaştırma ve liberalleşmeyle sermayenin büyümesi, kullanımı ve akışkanlığında devlet aradan çekiliyor, piyasa egemenliğinde gelir yoksul ve orta sınıflardan en zenginlere doğru yeniden paylaştırılıyordu.
Kabaca bu süreçler, emek adına sürekli kayıplarla bizleri 2007’de uç veren, 2008’de akut hale gelen küresel krize taşıdı. Şimdi yeni bir uğrak noktasında bu gidişatı geri çevirmek mümkün mü? Uluslar arası Çalışma Örgütü’nün (ILO) “2009 Çalışma Raporu”, krizin şiddetlendiği 2008 Ekim’inden bu yana 20 milyon kişinin işsiz kaldığının, 5 milyon kişinin de işini kaybetmenin eşiğinde bulunduğunun sinyalini veriyor. Dahası, uzun erimli olumsuz toplumsal ve ekonomik yansımaları olacak biçimde 43 milyon kişinin uzun vadeli işsizliğe sürüklenebileceği veya emek piyasasının tümüyle dışında kalabileceği uyarısında bulunuyor. Bu bakımdan emek cephesinde dünyanın her köşesindeki mücadeleler, direnişler, kazanımlar, yaratılan alternatifler, farklı emek kesimleriyle sergilenecek dayanışmalar çok anlamlı.
Kritik bir momentte Tekel direnişi gibi, en azından destek esirgenmeyecek, enerji sarfedilecek bir parlamanın ortaya çıkması  stratejik açıdan da bulunmaz fırsat.  Yüzde 7.2 iken devraldığı işsizliği yüzde 15’lere dayandırmasına karşın hala “ekonomik başarı” teranesinden vazgeçmeyen, liberal ve sol liberaller tarafından da kendisine tempo tutulan AKP’yi teşhir etme fırsatı verdiği için de bereketli bir muhalefet ekseni gibi görünüyor.
“Kolay gelsin! Tekel’in T’sinden yola çıktın, hızını alamayıp Devrim’in D’sine kadar vardın” diyenlerin haklılık payı bulunabilir. Şairin, “insan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar” dediği gibi 2010 eşiğinde böyle bir iyimserliği herhalde çok görmezsiniz.
Tüm Birgün okurlarına mutlu, umutlu, onurlu bir 2010 dileğiyle…