“Bisikletim olsaydı görürdün sen!” Suudi Arabistan’dan çıkan ilk kadın yönetmen Haifaa Al-Mansour’un 2012 tarihli filmi Wadjda/Vecide’nin küçük kahramanı, evlerindeki soyağacında sadece erkeklerin ismi yazan 11 yaşındaki Vecide, peşinden koşup yetişemediği bisikletli oğlanın ardından böyle bağırır. 21’inci yüzyılda olmamıza rağmen kadınların inanılması güç toplumsal baskılar altında yaşadığı, araba sürmelerinin bile yasak olduğu Suudi Arabistan’da, dinsel baskının zirvede olduğu bir okulda okuyan bu kız çocuğunun en büyük hayali, cinsiyet eşitsizliğini hiç değilse bisiklete binme konusunda yenmektir.

2018’in Haziran ayında Suudi yetkililer nihayet kadınların motorlu araç kullanmasına izin veren yasayı çıkardılar. Ama milyonlarca Vecide’nin başka pek çok sorunu var: Vasilerinin (baba, ağabey ya da koca) onayı olmadan pasaport alamıyor, bankada hesap açtıramıyor, kendi istekleriyle evlenme veya boşanma işlerini yapamıyorlar. Evlerinde ya da sadece kadınların toplandığı bazı yerlerde (düğün vb.) dekolte elbiseler bile giyebiliyorlar ama dışarı çıktıklarında yüzlerinin görünmesine izin yok.

Aynı yönetmenin 2019 yapımı filmi The Perfect Candidate/Mükemmel Aday’da, artık kendi arabasını süren genç bir doktor kadının diğer alanlardaki eşitlik mücadelesini izliyoruz. Riyad yakınlarındaki bir kasaba kliniğinde çalışan Meryem, erkek doktorlar kadar saygı görmez, hatta onlardan başarılı olsa bile onlar gibi terfi alamaz.

Sorun sadece doktor erkekler değildir: Ciddi bir omurilik rahatsızlığıyla kliniğe getirilen Ebu Musa adlı ihtiyar adam kesinlikle bir kadın doktor tarafından muayene edilmek istemez. O sırada başka doktor yoktur ama adam erkek hemşireler tarafından muayene edilmeye bile razıdır, yeter ki kadın doktor kendisine dokunmasın!

Sorun sadece hasta erkekler de değildir: Hastanenin önünde binaya girmeyi zorlaştıran korkunç bir çamur deryası oluşmuştur. Meryem buranın asfaltlanması için mücadele eder, belediye meclisine başvurur ama dikkate alınmaz. Ama sorun sadece iktidardaki erkekler de değildir: Müzisyenliğin hâlâ günah sayıldığı bir toplumda, düğünlerde çalıp söyleyen bir anne-babanın kızı olarak büyümüş olan Meryem, arada bir ‘şarkıcının kızı’ olmakla ‘suç’lanmaktadır.

Sonra bir gün, belediye meclisi seçimlerinde aday olmaya karar verir Meryem. Önce iki kız kardeşini, sonra bölgedeki kadın seçmenleri, sonra da erkek seçmenleri ikna etmek için uğraşması gerekir. Bu arada, Meryem’in değişimini izleriz: Önce gözleri dışında tüm yüzünü kapatan peçeden kurtulur, sonra erkeklerle dolu bir salonda yüzünü gösterir, hatta bir televizyon programına yüzü ve saçları görünecek şekilde çıkar.

Nihayetinde seçimi kazanamaz ama hiç değilse bir sonraki seçimde bir kadın adayın kazanabileceğini gösterecek kadar oy almayı başarmıştır. Bu arada Meryem’in seçim kampanyası sırasında sürekli dile getirdiği hastane girişindeki yol asfaltlanır.

Ailesinin günahıyla -müzisyenlik- barışan Meryem’i finalde yine Ebu Musa’yla görürüz. İhtiyar adam siyaha boyanmış başparmağını gösterir: “Parmağımı görüyor musun? Sana oy verdim. Sen çok iyi bir doktorsun, maşallah. Hayatımı sen kurtardın, neredeyse ölüyordum. Ailem tabutumu taşıyacaktı! Niye seni almadılar ki belediye meclisine? Hak etmiştin. Sen harika bir doktorsun. Gelecekteki umudumuzsun. Doktor, sen kazanmayı hak etmiştin.”

Meryem, bir kadın doktorun muayenesine bile katlanamazken ona oy verecek kadar değişen adama üzgün ama kararlı biçimde bakarak yanıtlar: “Haklısınız Ebu Musa, kazanmayı hak etmiştim.”

Böylece anlarız ki, 10 yıl önce bisiklete binemeyen, dört yıl öncesine kadar araba kullanması yasak olan kadınlar, erkek-egemen yapıyı çatır çatır yıkacak. Bir film karakteri öyle dediği için değil, tarih ve diyalektik uyarınca yıkacak. Uzun sürecek belki ve mutlaka zor olacak, ama olacak. Darısı başımıza…