Türkiye ekonomisinin yeni bir sanayileşme adımına ihtiyaç duyduğunu, bir üretim ekonomisi olma yönünde nitelikli adımların atılması gerektiğini gerek gazetemizde gerekse de bu köşede çok yazdık, çok konuştuk.

Çünkü büyüme adı altında salt niceliksel bir artışa değil, kalkınmaya, refah artırıcı ve gelir getirici faaliyetlere ihtiyacımız var. Gündelik yaşantımızda ekonomik şikayetlerimizi; yani enflasyonu, pahalılaşmayı, her anlamda çevresel kirlenmeyi, işsizliği, düşük ücretleri, yaptığımız işin kalitesini vb tüm sorunlarımızı başka türlü aşmak mümkün değil.

Bilindiği gibi yeni bir teşvik paketi daha yayımlandı. Proje Bazlı Teşvik Sistemi kapsamında, ‘Süper Teşvik Paketi’ olarak lanse edilen paketin 135 milyar TL tutarında 23 proje ve sahibi 19 firmaya teşvik vereceği açıklandı. Burada da teşviklerin teknolojiyi destekleyen nitelikte olacağı belirtildi.

Ne var ki, ülkemizde teknoloji, ‘kaynak sıkıntısı nedeniyle’ gelişemiyor değil ki…

Her şeyden önce yüksek teknoloji bandında üretim yapmak istiyorsak, yani ileri teknoloji içerikli ürünleri üretmek ve ihraç etmek istiyorsak- ki ülkeye katma değeri de yüksek olacaktır-öncelikle sanayinin üretim kapasitesini belli bir noktaya getirmek gerekir. Yani, düşük kapasitede üretim yapan bir firma, üretimine yüksek bir teknoloji uygulama arayışında olmaz. Eğer ki ölçek ekonomisinden faydalanamıyorsa, hangi firma maliyetini yükselterek üretim yapmak ister ki? Firmalara teşvik vererek de bunun sağlanmayacağı ortada değil mi?

Maliyet kısmından devam edersek, ülkemizde özel sektörün dış borç yükü giderek artıyor. 2018 yılının Ocak ayı verisine göre sanayi sektörünün tek başına döviz borcu 44 milyar doları geçti. Bu borcun yüzde 60’ı ise sanayinin motor gücü olan imalat sanayiye ait.

Yüksek teknolojili ürün üretmesi beklenen firmalar döviz üzerinden girdilerini sağlıyor, TL karşılığı üzerinden satıyor. Bir de üzerine döviz üzerinden borç ödüyor. Geçen yılın Nisan ayına göre Türk Lirası ise örneğin dolar karşısında yaklaşık yüzde 12 değer kaybetti. Dolayısıyla hiçbir şey yapmasa bile sırf doların TL karşısında yükselmesi sonucu sanayinin yazdığı zarar ortada.

Hal böyle olunca sonuç da beklenildiği gibi oluyor elbette. Özel sektör yatırımlarında genelde sanayinin özelde de imalat sanayisinin payı giderek düşüyor. İmalat sanayiye yapılan yatırımlar toplam yatırımlar içinde yüzde 46’lardan yüzde 34’lere değin düşmüş durumda.

Yazının buraya kadarki kısmı, ülkede gerileyen sanayiye, sanayiye olan iştahsızlığa yönelikti. Böylesi sanayiden uzaklaşma eğilimlerinin gözlendiği bir ülkede, sanayiye teknoloji yatırımı yapılmasını beklemek çok da gerçekçi olmuyor.

Bunların dışında daha yapısal, daha yakıcı bir durum var.

Üretimde yüksek teknoloji, öyle kendi kendine yeşermiyor. O da en nihayetinde insan elinden çıkıyor. Dolayısıyla buradaki kilit faktör insan! İnsana yatırım, eğitime yatırım, geleceğe yatırım… Bunlar olmadan, teknoloji üreticisi olmak da işte biraz hayal oluyor. Bunlar olmadan dışarıda üretilen teknolojinin ancak tüketicileri olabiliyoruz.

Teknoloji üreten bir ülke olmak istiyorsak veya bu konuda en ufak gerçekçi bir adımı atmak istiyorsak, örneğin Manisa’daki öğrencilerin melisa, okaliptüs ve karanfil yağlarının havadaki bakterileri temizleme özelliğiyle ilgili araştırmasının TÜBİTAK tarafından reddedilmesine yol açan sistemi bir kenara bırakacağız. Bu araştırmayı havada kapan, belki bu araştırmayla birlikte öğrencilerin de daha gelişmesini, daha büyük araştırmalara imza atmalarını sağlayacak olan Harvard Üniversitesi’ni hep aklımızın bir kenarında tutmalıyız. Amerika ile Türkiye arasındaki teknoloji açığının, TÜBİTAK ile Harvard arasındaki mesafeyle yakından bir ilişkisi var çünkü.