İktisat uzmanları teknoloji şirketlerinin kontrolsüz büyüyüşünden yıllardır endişe etse de problemin boyutu nadiren tarif ediliyor. Teknolojik gelişmeler dolayısıyla “baskın oyuncular” inanılmaz avantajlara sahip oldular.

Teknolojide tekelcilik çağı

Jan Eeckhout

Dow Jones endeksinin yıllar içindeki yükselişine enflasyondan arındırılmış rakamlarla baktığımızda senelik değerlenme oranının yüzde 6,7 dolaylarında olduğunu görüyoruz. Fakat tarihsel olarak ele aldığımızda artışın sürekli olmadığını da görüyoruz. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde hisse senetlerinin takip ettiği eğilimlere baktığımızda apayrı bir tabloyla karşılaşıyoruz.

Yüksek değerli şirketler bugün eşsiz başarı hikayeleri yazıyor, müthiş kazançlar elde ediyorlar. Apple, Visa, Johnson & Johnson, Facebook gibi şirketler son yıllarda akıl almaz başarılara imza attılar. Haliyle 1980’den bu yana ne oldu da hisselerin akıl almaz yükselişine tanıklık ettik, durup bir bakalım.

ÖLDÜREN HIZ

Dijital çağın insanların yaşım kalitesini yükselttiğine şüphe yok. Hizmetlerin kalitesi artarken, üretim maliyetlerinin düşmesi bu dönemde mümkün oldu. Lojistik maliyetlerin düşürülmesi konusunda kimse Amazon ile yarışamıyor.

Fakat sorun da bu. Maliyetleri düşürme konusunda eşsiz başarılar getiren teknolojiler, sektör liderlerinin tahtını sağlamlaştırıyor ve taht sahipleri ‘ödülün’ tamamını bir çırpıda süpürüyor. eBay gibi bir platform varken, elinizdeki malı neden başka bir yerde satasınız ki?

Tarif ettiğimiz eğilimler giderek daha fazla sektörde "kazanan her şeyi alır" kuralının geçerli olmasına sebep oluyor. Netscape’in kurucusu Marc Andreessen’in deyimiyle "yazılımlar dünyayı yutuyor." Pazara erken giren oyuncular müthiş kazançlar elde ederken geç kalanlar pastadan pay alamıyor.

Teknolojik gelişmelerin bu denli hızlandığına ilk defa tanıklık etmiyoruz. İkinci sanayi devriminde de benzer süreçler yaşanmıştı. Demiryolları, akaryakıt, elektrik, telgraf, telefon gibi teknolojik gelişmeler piyasanın lokomotifi olmuşlardı. Tabii başarılı olan şirketler hızla büyüyerek rakiplerini ‘piyasa dışı’ bırakmayı da beceriyorlardı. Örneğin, demiryolu teknoloji sayesinde ABD’nin doğu kıyısından batı yakasına girmenin maliyeti on kat azalmıştı. Fakat tüketicinin ödediği fiyattaki düşüş yadsınabilir düzeyde kalıyordu.

KAZANÇ MANTIĞI

Bu çağın kazanç mantığını da benzer kıyaslamalar ile anlamak mümkün. Yalnızca isimler değişti. Artık Rockefeller, Morgan, Carnegie gibi aileler yerine Jeff Bezos, Mark Zuckerberg, Bill Gates gibi isimlerden söz ediyoruz. Fakat hikaye aynı. Bir firma müthiş teknolojik atılımlara imza atıyor, maliyetleri korkunç derecede düşürüyor fakat tüketiciye yansıyan düşüş kısıtlı oluyor. Piyasada rekabet düzeyi azalıyor, şirketin tahtı sağlamlaşıyor ve piyasa gücü neredeyse evrensel bir hal alıyor.

Piyasa gücü kavramını, bir şirketin "kâr marjı koyma" yetkinliği olarak tarif edebiliriz. Yatırımcıların neden piyasa gücü yüksek şirketlere yatırım yapmayı tercih ettiklerini açıklamaya gerek yok. Bir yatırımcı olarak Warren Buffett’in başarısı "sağlam ve kalıcı" güç sahibi şirketleri bulup bunlara yatırım yapmak olmuştur.

Mylan gibi bir ilaç şirketi EpiPen isimli alerji ilacına yüzde 550 zam yaptığında şirketin hisseleri de değerleniyor çünkü bu engin piyasa gücünün kârlılığa etki edeceği var sayılıyor. Bu problemi pandemi döneminde çok net gördük. ABD’de işsizlik yüzde 14 düzeyini aşarken, milli gelir yüzde 10 düşüş kaydederken hisseler hemen toparlanma eğilimine girdiler. Kapanma önlemleri üçüncü ayındayken hisseler yüzde 15 düşüşteydi. Fakat kârlılıkları zarar görmemişti çünkü kazançla birlikte maliyetler de azalmıştı.

Dahası, rekabet zayıf olduğu için satışların azalması bile kârlılığı olumsuz etkilemiyor. Piyasadaki çarpıklıklar Silikon Vadisi şirketlerle de kısıtlı değil. Benzer eğilimleri tekstilden teknolojiye birçok farklı sanayi kolunda görüyoruz. Teknoloji gelişiyor, maliyetler düşüyor, tüketiciye yansıması kısıtlı kalıyor.

HASTA EKONOMİ

Bu açıdan değerlendirecek olursak son kırk yıldır değerlenen hisse senetlerini "olumlu gösterge" kabul etmek doğru olmaz. Rekabetçi ekonomilerde kazançlı şirketler piyasaya yeni oyuncular çeker. Lider firma sunduğu ürün ya da hizmeti geliştirse bile rakipleri yine de inovasyon yarışına girer. Piyasayı dengeleyen ve fiyatları düşüren de budur. Fakat sayılı oyuncunun belirleyici rol oynadığı günümüz piyasasında rekabetin kısıtlı kaldığını görüyoruz. Hisseler değerlenmeye devam etse de ekonomiler yavaşlıyor ve hastalanıyor. Rekabetin yokluğunda fiyatlar yükseliyor ve çarpık piyasa gücü her sektöre yayılıyor.

Maaşlar açısından yansıması da farklı değil. Şirketler daha az üretiyor, daha pahalıya satıyor. Bu da "emeğe bağımlılığı" azaltıcı bir etki yapıyor. İşçi iki darbe birden almış oluyor. Maaşı düşüyor, tekelci piyasa yüzünden tüketim giderleri artıyor ve alım gücü azalıyor. Bu da yetmiyormuş gibi elinde hisse senedi olmayan işçi finansal gelir de elde etmiyor ve üçüncü darbeyi yiyor.

Hisse senedi piyasalarının rekabetten azade bir şekilde değerlenmelerine göz yumduğumuz sürece aynı "ekonomik kutuplaşma" devam edecek. Er ya da geç bir kırılma noktasına ulaşacağız. Ekonomik arenada "kısa çöpü çeken" kitleler bir noktada dur diyecek. Artan gerilimin siyasi çatışmalara dönüştüğünü halihazırda görüyoruz ve gerginliğin toplumsal çalkantıya dönüşmesi an meselesi. Geçtiğimiz yüzyılda da hisseler değerleniyordu, fakat aynı zamanda iki dünya savaşı ve bir Büyük Buhran yaşadık.

Şirketlere yarayanın her zaman piyasaya yaramadığını hatırlamak gerek. Üretimi artırmak, maliyetleri düşürmek, maaşları artırmak, hisse gelirlerini dizginlemek önceliğimiz olmalı. Fakat mevcut siyasi konjonktürde hisselerden para kazananlar zafer sarhoşluğu çekiyor, kaybedenler ise kültür savaşları ile oyalanıyor. Değişim, henüz ihtimal dahilinde olmayabilir.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: Proje Syndicate