Mussolini faşizminin kültürel ideolojik boyutunda ‘beyaz telefonlu filmler’in (telefoni bianchi) yeri çok önemlidir. 1930-1945 arası dönemde faşizmin kitleselleşmesi ve özellikle eğitimsiz alt sınıfların faşist muhafazakar değerleri sahiplenmesini amaçlayan bu filmlerde daima bir beyaz telefon bulunurdu. Ezilenlerin, sömürülenlerin sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi ertesi gün yine tıpış tıpış fabrikaya gitmesini sağlayan ‘ertesi güne hazırlanma mekanizmaları’nın en etkili örneklerinden olan bu filmlerde, belki hayatında bir defa bile telefonla konuşamayacak insanlardan oluşan seyirci kitlesine evinde telefon bulundurma ayrıcalığına sahip burjuvaların hikayeleri anlatılırdı.

Savaşın bitişiyle İtalyan Yeni-Gerçekçiliği akımının doğması bir oldu. Faşist sinema endüstrisi CineCitta’da yetişen Luchino Visconti, Vittorio de Sica, Michelangelo Antonioni, Roberto Rossellini gibi usta yönetmenler yeni bir toplumsal bilinçlenmeyle kameralarını alıp sokaklara, balıkçı köylerine, işçi ailelerinin evlerine daldılar. La Terra Trema/Yer Sarsılıyor (Visconti, 1948), Ladri di Biciclette/Bisiklet Hırsızları (de Sica, 1948), Gente del Po (Antonioni, 1947) telefonu olmayanların hikayesini anlatıyordu.

Yeni-Gerçekçilik’ten kısa süre sonra İngiltere’de Özgür Sinema (Free Cinema) akımı başladı. Kameralarını fabrikaların arka sokaklarına yönelten Lindsay Anderson, Karel Reisz, Tony Richardson ve Lorenzo Mazzetti gibi genç sinemacılar, bugün hoş bir mimari öğeye indirgenerek sunulan o kırmızı tuğlalı evlerin oluşturduğu işçi mahallelerinden gerçek öyküler aktarmaya başladı. Every Day Except Christmas’ta (Anderson, 1957) Londra’nın en ünlü pazar yerindeki emekçilerin bir günü, March to Aldermaston’da (Anderson, 1959) İngiltere’nin nükleer silah sevdasına karşı Londra’daki Trafalgar Meydanı’nda buluşup 80 km. mesafedeki Aldermaston’a yürüyen müthiş kalabalığın dayanışması, Together’da (Mazzetti, 1956) liman işçilerinin yaşam koşulları anlatıldı.

Sonra kapitalizmin tüketim ideolojisi üzerinden ürettiği pırıl pırıl bir ‘refah dönemi’ yanılsaması başladı. Nihayet kırmızı tuğlalı eve telefon giriyor, ev halkı iyi kötü bir arabaya binebiliyordu ya, sanki artık sınıfsal ayrımlar kalk’mış gibi’ydi, sanki artık herkes aynı ideal koşullarda yaşıyor’muş gibi’ydi. Dünya ‘beyaz telefonlu dünya’ olmuştu.

Ama böyle bir ortamda bile, dünyanın dört bir yanında Yeni-Gerçekçilik mirasını değerlendiren ve Özgür Sinema ruhunu farklı bir düzeyde yeniden üreten çok sayıda yönetmen çıktı. Çoğu ölüp gitti ama hâlâ yaşayan ve müthiş bir azimle üretmeye devam eden Ken Loach gibi ustalar da var.

Ken Loach gençliğinden bu yana Özgür Sinema’nın belgesel gerçekliğini kurmacanın anlatı gücüyle buluşturuyor, yeni kapitalist sistemin işçilere bile görünmezleştirdiği işçilerin dramını görünür kılıyor. Son filmi Sorry We Missed You/Üzgünüz, Size Ulaşamadık’ta da Trumpların, RTElerin, Putinlerin akıldışı dünyasında yaşanan gerçek bir sömürü hikayesi anlatıyor.

Ama sonra ne oluyor? Sonra, mesela Türkiye’den bazı sinema yazarları çıkıp, verili ideolojik yapının belirlediği küçük burjuva zevklerine dayalı basit bir bakış açısıyla Loach filmlerini ilkel ya da çağdışı olmakla itham edebiliyorlar. Vay dünya!

Böylece beyaz telefonları sinemanın kadrajından çıkarmanın yeterli olmadığını bir kez daha görüyoruz. O beyaz telefonlar, konfor yanılsaması yaratan sıkı bir konformizmle döşenmiş kafalarda çınlamaya devam ediyor. Ama tuğlalar hâlâ kırmızı, işçiler hâlâ işçi, ter hâlâ ter...