İlk “kuruş”umu Erzurum’dan İzmir’e geldiğimiz yıl, İkinci Karantina’da yaptığım telden bir arabayı yukarı mahallede bir çocuğa satarak kazanmıştım.

Biraz büyüyünce gündüzleri yaptığım uçurtmaları yine mahallenin çocuklarına, geceleri de babamın okuduğu gazeteleri undan tutkallarla yapıştırarak ürettiğim kesekâğıtlarını mahalle bakkalı Necati Bey ile manavına satarak kuruşları kuruşlara ekledim.

Şimdinin çocuklarına tuhaf gelecek, o zamanlar “kuruş” diye bir para birimi vardı; bir ara tedavüle sokuldu gerçi, fakat ara ki bulasın…

O zamanlar bırakın avroyu; ne doları bilirdik, ne markı...

Ve “kuruş”tan önce de kenarı tırtıllı “para”lar...

Yüz “para”, iki buçuk kuruştu.

Annem yüz para verirdi, bakkaldan yumurta ile ucu kırmızı “sigara” sakızlarından alırdım.

“Yüz para”ların ayrı bir özelliği daha vardı: “Otomatik” elektrik sigortasının olmadığı o zamanlarda “sigorta”ya destek olmak...

Elektrik sigortasına İzmir'de “asfalya” denirdi. Faz yüksek gelirse sigorta, yani asfalya atardı. Asfalya da parmak kadar bir porselen. Bir elektrik kablosundan iki-üç tel çekilir, bu porselenin altına ve üstüne gelecek sarılırdı. Sonra da bu porselen, pirinç bir muhafazaya alınarak yuvasına takılırdı.

İşte bu sırada, porselen ile muhafaza arasında bir boşluk olursa, o boşluk “yüz para” ile doldurulurdu.

Çocukluğumda hatırlıyorum, tedavülden kalkmış olsa da, birçok evin “asfalya”sında o “yüz para”lar hâlâ yaşamaktaydı.

Ne günlermiş ama...

Şimdiki yaşımı söylemek istemiyorum, fakat kaba bir hesapla demek ki yarım yüzyılı aşkın süredir çalışmaktayım.

Kuruşları liralara ekleyemediğim için de bugün emekli maaşım dışında, bankada tek kuruşum olmadığı gibi yılbaşında ÇEKÜL vasıtasıyla gelen çam fidanı armağanlarından başka tek dikili ağacım da yok.

Âşık Veysel’in dediği gibi “İki kapılı bir handa/gidiyorum gündüz gece.”

Bu yüzden de artık kaç kapısı olduğu pek ilgilendirmese de bu “han”da biraz değil, “azılı” bir tembellik yapmak istiyorum.

Tek düşüncem, buzdolabını Allah ne verdiyse, bir dilim kuru ekmek ve beyaz peynirle doldurup aylarca bir eve kapanmak...

Bakkala gazete almak için bile adım atmamak....

Bütün gün sırt üstü mü, yan gelerek mi olur, yatmak, yatmak ve yatmak...

İsterse telefon çalışmasın, sular akmasın, kaloriferler yanmasın, hiçbir şey umurumda değil.

Yeter ki, sabah karanlığında bir lokma ekmek adına yollara düşmeyeyim.

Akşam alacasında trafiğin cenderesinde canım erimesin.

Ünlü “Cyrano de Bergerac” oyununun yazarı Fransız şair Edmond Rostand’ın yaşamında en kızdığı şey, çalışırken birilerinin onu ziyaret etmesiymiş...

Sonunda şöyle bir çözüm bulmuş...

Bu oyununu yazana kadar banyodan çıkmayacak...

Böylece bütün gününü banyoda geçirmeye başlamış, ta ki oyununa son noktayı koyana kadar...

Bense yalan söylemekten burnum “Cyrano”nun burnuna benzese de “tembellik” banyomdan çıkmak istemiyorum.

Rostand, evinin bir odasını banyo haline getirmiş, ben bütün bir evi, daha doğrusu yaşadığım bütün mekânı bir “banyo” haline getirmek istiyorum.

Başka türlü nasıl çıkar tembelliğin keyfi?

Melih Cevdet Anday, bir şiirinde şöyle diyor:

 

“Bir misafirliğe gitsem

Bana temiz bir yatak yapsalar

Her şeyi, adımı bile unutup

Uyusam.”


Ben misafirliğe de gitmek istemediğim gibi, misafirin gelmesine de karşı duruyorum.

Tembellik yatağımın rehaveti bütün dertlerimden azade kılmaya yeter beni demek istiyorum ama...

Diyemiyorum, çünkü ülke her gün şehit  ve savaş haberleri ile  yoğrulurken; siyasetçilerin incir çekirdeğini doldurmayan boş atışmalarına tanık olunurken; ülkenin yer altı, yer üstü kaynakları yalan dolanla soyulup kadın cinayetleri, çocuk istirmarları ile boğuşurken; yazan, konuşan, düşünenlerin ağzına kilit vurulmuşken tembellik yapmak ne mümkün?

Bütün bu ezaya cefaya katlanmak için bu halk ne yaptı?

Yine de düşünmekten edemiyorum; sahi altmış küsur yıldır kaç yaşında bir çocuğum ben?

Yıllar demir almışken çocukluğunun limanından, çocukluğunu özleyen...