2019 tarihli Netflix yapımı The Laundromat, her filminde farklı tür ve tarzlar deneyen Steven Soderbergh’in filmografisinde şimdiden özel bir yere sahip oldu. 2016’da patlak veren yolsuzluk skandalı Panama Belgeleri’ni (Panama Papers) hatırlarsınız; AKPRTE’nin ilk çemberiyle doğrudan ilişkili altı kişinin de -aralarında son yıllarda yapılan köprülerin ve İstanbul havalimanının ‘milletin a..na koyan’ müteahhiti de var- Türkiye’yi temsilen katıldığı, offshore hesaplar üzerinden dönen devasa boyutlu bir ‘para kaçakçılığı’ ağı ortaya çıkmıştı -Alman gazetesi Süddeutsche Zeitung’un ‘panamapapers’ başlıklı sitesinde olayın tüm detaylarına ulaşılabiliyor. Film bu skandalın ortaya çıkışını anlatıyor.

Devlet başkanlarının ve ulusötesi şirket yöneticilerinin başı çektiği bu kirli çarkın işleyişini sıradan insanlar üzerindeki etkileriyle anlatan The Laundromat‘in temel farklılığı Brechtyen bir anlatı olmasında belirginleşiyor. Sinema ve tiyatro gibi ‘tragedya’ kökenli anlatı türlerinin seyirciyi uyuşturan, hikayenin içine alıp kahramanla birleştiren, finalde de arınmaya (katharsis) ulaştırarak her şeyin çözümlendiği yanılsamasını yaratan uzlaşımcı estetiğine karşı duran Brecht estetiğinin uygulamada ortaya çıkan bazı temel yöntemleri var. Mutlu Parkan Hoca’nın ‘naivete, mesel çalışması, epizodik anlatım, gestus, yabancılaştırma, tarihselleştirme, anlatımcı yapı, göstermeci oyunculuk’* başlıklarıyla berrak biçimde kavramsallaştırdığı Brecht estetiği, kapitalist sömürü düzenini sanat yapıtlarında tartışmaya açmanın sanıyorum en rasyonel yöntemidir.

Soderbergh’in filminde bu Brechtyen uygulamalar bariz biçimde karşımıza çıkıyor. Bir tekne kazasıyla kara para aklama operasyonları arasındaki diyalektik bağın naif biçimde gösterildiği, sahtekar Mossack’ın sahtekar Fonseca’yı kameraya/seyirciye bakarak konuşması için uyardığı sahne gibi yabancılaştırmacı unsurların kullanıldığı, her bir epizoduyla seyirciyi yeni bir düzeye taşıyan çok iyi bir film bu.

Panama Belgeleri’nin ortaya çıkmasını sağlayan John Doe takma adlı eylemcinin manifestosundan şu satırlar da filmde yer alıyor: “Hiçbir hükûmet vaya istihbarat örgütü için çalışmıyorum. Hiç çalışmadım. Görüşlerim tamamen kendime aittir. Belgeleri paylaşmak da kendi kararımdır. Avrupa Komisyonu’na, Britanya Parlamentosu’na, ABD Kongresi’ne ve tüm ülkelere, bu devasa ve her yere sızan yolsuzluğa son verme çağrısı yapıyorum! Bu sistemde, yani sistemimizde köleler ne kendi statülerinin ne de efendilerinin statülerinin farkında. Efendiler apayrı bir dünyadadır ve prangalar da ulaşılamaz bir hukuk dili yığını arkasına gizlenmiştir. Bu, hukuk mesleğinde devasa ve her yere sızan bir yozlaşma.

Toplumu haberdar eden kişi bir muhbir olduğunda bu daha büyük bir soruna işaret eder. Çünkü demokrasinin tüm denetim ve denge mekanizmalarının çöktüğünü ve vahim bir istikrarsızlığın eli kulağında olduğunu gösterir. Yani artık gerçek eylem zamanıdır. Bu da soru sormakla başlar. Seçilmiş yetkililer, toplumun tüm kesimlerinin tabi olduğu vergilerden kaçınmak için güçlü saikleri olan elitlerden para dilendiği sürece vergi kaçakçılığını önlemek mümkün değildir. Bu siyasi uygulamalar dönüp dolaşıp aynı noktaya gelir ve bununla uzlaşmak mümkün değil.”

Öyle bir noktadayız ki, bizzat çamaşır makinesinin pislik ürettiğini görmek için The Laundromat’e gerek yok aslında… Ama kirliliği temizlikmiş ve ‘olması gereken’miş gibi sunan bir sistemde bu tür anlatılara ihtiyacımız giderek artıyor. Buradaki naivete nasıl çözülecek bakalım...

*Brecht Estetiği ve Sinema, Mutlu Parkan, Yazılama Yayınları, 2015