Üzerine düşündükçe ne kadar sağlam bir temeli olduğu daha iyi anlaşılıyor Tepenin Ardı’nın. Nerdeyse hiç boş laf etmiyor ve göründüğünden daha derin bir yanı da var senaryonun. İyi oynanmış, iyi çekilmiş, sağlam bir film.
Film bir alegori, Kürt sorununun sembolik bir ifadesi. Şöyle: Bir patriyark figürü var. Devleti, egemen ideolojiyi, gücü  temsil ediyor, Faik bey! Faik Bey’in bir çiftliği var. Çiftliğinde kavakları, keçileri, kahyası Mehmet ve kahyasının karısı Meryem var. Bir gün Faik’in başarıyla iğdiş etmiş bulunduğu oğlu Nusret oğullarıyla birlikte çıkagelir. Üç kuşaktan erkek bir arada bir süre birlikte takılacaklardır. Faik kafayı tepenin ardındaki Yörüklere takmıştır. Kavaklarını kırıp dökenin Yörük keçileri olduğundan emindir. Oysa olayın sorumlusu en yakınındaki kişidir!
Mehmet’le Faik’in arasında ağa ile köylü arasındaki, zengin ile fakir arasındaki o gergin, o sınıfsal nefretle dolu ilişki vardır. Faik, efendi olmanın gücüyle Mehmet’in karısıyla oynaşır. Belki de, kim bilir…
Nusret, dediğimiz gibi kastre edilmiş, babasından hep nefret edecek ama gölgesinden de çıkamayacak kaybeden bir oğuldur. Bir kadına sahip çıkamayacağının bilincindedir. Babanın kadınındadır gözü zaten. Babanın kadını da Mehmet’in karısıdır bu durumda. Bir ara efkarlanıp Ahmet Haşim’den söylediği şiir çok manidardır: “ Akşam, yine akşam, yine akşam, Göllerde bu dem bir kamış olsam!” Nusret’in kamış olmak yani penis sahibi erkek olmak isteği anında babası Faik tarafından engellenecektir: “Ne kamışı lan!” Nusret babasının gözünde et kesemeyecek kadar beceriksizdir. Kesme işlemi erkeklere aittir. Nusretse… E, o da erkekliğini ispatlamanın bir yolunu bulacaktır elbette.
Nusret’in büyük oğlu Zafer’i iç savaş bitirmiştir. Travmayı her an yaşamaya devam eder, savaştan barışa geçemez Zafer. Küçük oğul Caner ise savaşı oyun sanma aşamasındadır hala. Onun da rekabeti Mehmet’in çoban oğlu Sülü’yledir. Bu büyük aile iççinde herkes herkesi, herkes kendisini aldatır. Ama bu düzenin sürmesi de gerekir. Gerekir ki çiftlik parçalanmasın, babadan oğla geçsin… Tabii o kastre edilmiş oğlun nasıl muktedir olacağı biraz şüpheli ama…
“Tepenin Ardı” bireysel ile toplumsal arasındaki ilişkileri çok sağlam kuruyor, içi boşalmış “ötekileştirme” kavramına içerik veriyor. Yörüklerin Kürtleri sembolize ettiğini söylemeye gerek yok.  Reha Özcan, Banu Fotocan ve Tamer  Levent çok iyiler, Mehmet Özgür ise bu haftanın oyuncusu kesinlikle (“Bana Bir Soygun Yaz”da da döktürüyor).
Bir sorunum var ama. Ben galiba Brechtçi değilim tam olarak. Biraz özdeşleşebilsem iyi oluyor. Kimi zaman film bu fırsatı veriyor ama çok az. Bu bir tercih, bilinçli bir seçim.  Film yanlış yapmıyor. Ama Brecht de sazlı sözlü, danslı oynaşlı kabarelerle anlatmadı mı derdini? Acaba Brechtçiliğin başka açılımları da mümkün mü?
Bu filmin yapımcılarından Seyfi Teoman’ı sevgiyle ve saygıyla anıyorum.
 
*** 
 
HOBBİT: BEKLENMEDİK YOLCULUK
Gollum Günü Kurtarıyor
“Hobbit”i izlerken dikkatimi toplayabildiğim çok az an vardı. Esnemekten bitap düştüm diğer anlarda. Kısacası benim bu yazımı Peter Jackson ve veya “Yüzükler” hayranları okumayabilirler. Ortadünya benim dünyam değil. Tabii ki film efsanelerin yapılarına yönelik ilginç doneler veriyor. Nasıl kahraman olunur, kahramanın yolculuğu nedir falan türünden sorular için mümbit bir ortam bu filmler. Ve fakat bilgisayar ortamında üretilmiş canavarların çarpışmalarını saatlerce izlemek de beni hiç mi hiç enterese etmiyor. Uykum geliyor ne yapayım!   
Filmin enteresan yanı bir hırsızlık, haksız mülkiyet hikâyesi oluşu denilebilir belki de. Bir zamanlar bir cüceler krallığı varmış. Son kral hırsının kurbanı olmuş ve altın biriktirme hastalığına tutulmuş. Artık kimleri nasıl sömürüyorsa… Fakat bu biriken altın bir ejderhanıın dikkatini çekmiş. Ve o ejderha gelip krallığı yerle bir etmiş, sonra da hazinenin üstüne çöreklenmiş. Çalınan altın çalınmış kısacası.
Bilbo Baggins adlı hobbitse bu cüce krallığından arta kalan savaşçılarla krallığı ejderhadan geri alma misyonuna soyunmuş. Bilbo’nun sıradanlıktran kahramanlığa yolculuğu böyle başlıyor. Ama yolda Bilbo, Gollum denen bir yaratıktan altın bir yüzük çalıyor. Gollum artık o yüzüğü kimdem çalmışsa… Yani hep çalınan bir altın var, herkes bir nevi hırsız.
Ve bir de Gollum var ki filmde pürdikkat izlediğim yegane sahne onun göründüğü sahneydi. Nasıl bir şey bu Gollum? Çocuk gibi sevimli ve masum, çocuk kadar bencil ve acımasız! Çocuk kadar şizofren ve çocuk kadar zeki! Açgözlü ve dengesiz. Bir çocuk gibi emekliyor çoğu zaman, her an ağlamaya hazır bir vaziyette. Bir çok yetişkin de böyle ama düşününce. Wikipedia Gollum’u regresyon maddesinde örnek göstermiş. Gollum’u bir fantezi yaratığı gibi düşünmeyip, neyi semboolize ettiğini düşünmek eğlenceli olabilir. Onun dışında dediğim gibi, bu filmlere bayılıyorsanız yine bayılırsınız herhalde. 
 
***
 
BANA BİR SOYGUN YAZ
Yandaş mafyayı takdimidir
Bana Bir Soygun Yaz’ın (BBSY) basit bir konusu var. Bir mafya babası filmin kahramanına bir emanet teslim eder. Emanetin zulasında para saklıdır. Kahramanımızın sevgilisi bir öfke anında emaneti yakınca, kahramanımız ve iki saf arkadaşı kendilerini nasıl ödeyeceklerini bilemedikleri bir borcun altında bulurlar. Ve bir senaristin senaryolarını uygulayarak başarısız soygunlar yapmaya başlarlar. Filmin enteresan yanı bize yeni bir tip sunması: Yandaş mafya! Ya da mümin mafya, dindar mafya denilebilir. Tam da yahu şu anlı şanlı eski babalara ne oldu diye bir sohbet açtığım günün ertesi bu filmi seyretmem enteresan oldu.  Demek ki iktidarın yeni sahipleri arasında bunlar da var artık. Mehmet Öztürk’ün büyük başarıyla canlandırdığı bu mafya tiplemesi filme hem muhalif bir boyut hem de orijinallik katıyor. Ayrıca Öztürk’ü izlemek her an bir zevk!  Kendisi Tepenin Ardında da oynuyor!
Filmin beni rahatsız eden yanı, küçük bir erkek çocuğa yapılan tecavüzden komedi çıkarmış olması. Filmin kahramanlarından birinin çocukluğunda yaşadığı tecavüzden kalma psikolojik rahatsızlıklarına gülmek, belki de ağlamaktan daha iyidir diye düşünmek istiyorum ama zorlanıyorum. Tecavüz hem de küçük bir çocuğa yapılan tecavüz komedi malzemesi olmamalı. O çocuk erkek olsa da.
Filmin gereğinden uzun olduğu ve yalap şap bir finalle sona erdiğini de eklemek lazım. Yine de eğlendirdiği anları var.
 
***
 
Sinop’ta 18. Gezici Festival
18 yaşını doldurmuş Gezici Festival. Artık büyümüş, yetişkin olmuş. Bu şahane festival, keşke bugünlere her yıl biraz daha büyüyerek gelseydi. Ama öyle olmadı. Yazsak ne olacak yazmasak ne olacak ama yine de yazalım: Sayın Kültür Bakanımız, lütfen bu festivale hak ettiği ilgiyi gösteriniz.
Çünkü Gezici, gelen herkesi kendisine hayran bırakan, bittiğinde sıcak anılarla memleketine geri gönderen nevi şahsına münhasır bir festivaldir. Gezici Festival’e Sınır Tanımayan Festival adı da yakışırdı. Coğrafi olarak sınır tanımadığı için ama hiyerarşik sınırlar da tanımadığı için. Bu festivalde gazeteciyle sanatçı, seyirciyle mülki erkan hepsi hemhal olur. Herkes hep beraber gezer tozar, film seyreder, yemek yer, eğlenir, söyleşir. Şehre film gelir, kapalı sinemalar açılır, boş salonlar ısınır. Festival bittiğinde hem şehir biraz değişmiştir, hem de konuklar.
Gezici sayesinde Kars sinema dünyamızda kendine bir yer edindi mesela. Reha Erdem’in aklına “Kosmos” filminin fikri bir Gezici’de geldi, filmini de orda çekti. Artvin’i Gezici sayesinde tanıdık. Bursa’yı bir sinema kenti yapmıştı Gezici. Bu yıl Gezici Ankara’dan sonra Sinop’taydı. Eşimin köklerinin bir kısmı Sinop’ta olsa da, kız istemeye Gerze’ye gitmiş olsak da bu kenti çok az tanıyordum. Festival sayesinde tanıdım ve çok sevdim. Sinop sakin, güzel, modern ve sıcak. Hemen kent merkezinde balıkçı kahveleri olan kaç modern kent kaldı? Sinop yeşil ve temiz. Karadeniz Otoyolu’nun mahvetmediği kumsalları, hatta bir fiyordu bile var! Sinop’ta emeklilik hayalleri kurmak güzel ama… Nükleer santral ve termik santraller karanlık bulutlar gibi kentin üzerinde duruyor. Bu bereketli denize, bu yeşile, bu sükûnete, bu güzelliğe kıymayın!
Sinop’un kapalı duran tek sinema salonu Deniz, festival için kapılarını açtı. Son derece coşkulu söyleşiler yapıldı dolu gösterimlerin ardından. Erkan Can, Reis Çelik, Ali Aydın, Işıl Özgentürk, Nurgül Yeşilçay ve Zeki Demirkubuz şehri şenlendirdiler.
Termikmiş, nükleermiş, aldırdık aldırmasına ama başımızı öne eğmedik. Nice Gezicilere!