oğuz oyan İktidar üç yönden sıkışmış gözüküyor: Ekonomi yönünden, ideolojik söyleminin aşınması yönünden ve sonuç olarak siyasal/toplumsal tabanının daralması yönünden. Ama bu sıkışmayı edilgen bir bekleyişle atlatmayı planlamıyor. Her üç cephede de cansiperâne bir mücadeleye girişmiş bulunuyor. Biz bunlardan ekonomi alanına odaklanalım. Ekonomide “Ortaya Karışık” bir Program Ekonomi 2018’in üçüncü çeyreğinde yüzde 1,6 büyüyebildi; mevsim […]

Tepkilerin örgütlenmesi

oğuz oyan

İktidar üç yönden sıkışmış gözüküyor: Ekonomi yönünden, ideolojik söyleminin aşınması yönünden ve sonuç olarak siyasal/toplumsal tabanının daralması yönünden. Ama bu sıkışmayı edilgen bir bekleyişle atlatmayı planlamıyor. Her üç cephede de cansiperâne bir mücadeleye girişmiş bulunuyor. Biz bunlardan ekonomi alanına odaklanalım.

Ekonomide “Ortaya Karışık” bir Program

Ekonomi 2018’in üçüncü çeyreğinde yüzde 1,6 büyüyebildi; mevsim ve takvim etkilerinden arındırıldığında ise eksi yüzde 1,1 oranında küçüldü. Yılın son çeyreğinde bu küçülmenin her iki seri için de geçerli olacağını, 2019’un en azından yarısında da benzer bir durumun yaşanacağını öngörebiliyoruz. 2019’un ortalaması olarak bir ekonomik küçülme beklenebilir. Esasen 2019 için Yeni Ekonomi Programı (YEP) yüzde 2,3’lük, DB yüzde 1,6’lık, IMF yüzde 0,4’lük zayıf büyüme tahminlerine yer vermekte; Moodys ile Fitch ise yüzde 2 civarında küçülme öngörmekte.

Ekonominin daralmasının geniş kitleler açısından anlamı, göreli bir yoksullaşmadır. Milli gelir düzeyi düşerken gerçi hemen herkes kaybeder gibidir ama gelir düzeyi en fazla gerileyenler, ücretliler, emekliler, çiftçiler, küçük esnaf kesimindedir. Gerçi bu mutlaka böyle olmak zorunda değildir; bu kesimler içinde en örgütlü ve mücadeleci olanlar yoksullaşma sürecine direnmeyi başarabilirler.

20 Eylül’de açıklanan YEP, 2020’yi de içine alan üç yıllık bir ekonomik durgunluk öngörüsü üzerine inşa edilmişti. 2018’in ikinci yarısından itibaren daralma eğilimine giren ekonominin daha da soğutulması ve 2019’dan itibaren daraltıcı maliye politikalarına geçilmesi programlanmıştı. Öyle ki, 2019’da 59,9 milyar TL’lik bir “harcama tasarrufu” ve 16 milyarlık gelir arttırıcı tedbirler (toplamda 75,9 milyar TL’lik daraltıcı önlem) öngörülmekteydi. 59,9 milyar TL’lik harcama tasarrufunun 30,9 milyar TL’si kamu yatırımlarında (2018’e göre yüzde 36,1 daraltılarak); 13,7 milyarı teşviklerde; 10,1 milyar sosyal güvenlikte; 5,2 milyarı çeşitli mal ve hizmetlerde yapılacaktı. Bu daraltıcı maliye politikalarının, sıkı para (yüksek faiz) politikasıyla da birleşerek ekonomide (ve istihdamda) küçülme eğilimini daha da şiddetlendirmesi beklenmekteydi. Böylesine bir “yangına körükle gitme” politikası ancak bir IMF programı çerçevesinde düşünülebilirdi; nitekim YEP de uluslararası finans çevrelerine (başlangıçta McKinsey şirketi aracılığıyla) bir kararlılık mesajı olarak sunulmaktaydı.

Buraya kadarı, yoksullaştırıcı/ sosyal devleti geriletici/ refahı azaltıcı bir programın “kendi içinde tutarlı” sayılabilecek öğelerinin sıralanması olarak okunabilirdi. Gelgelelim, seçim dönemine girilmesi ve iktidarın seçmen tabanının eridiğine dair gözlemlerinin artması nedeniyle önceki hesapların hem değiştirilmesi hem de ertelenmesi gündeme geldi. Böylece “ortaya karışık” bir ekonomi programı oluşmaya başladı.

Hesaplar ne yönde değişti?

Önce değişiklikler: Kasım 2018’den itibaren ekonomiyi genişletici maliye politikaları YEP’in daraltıcı öngörülerinin yerini almaya başladı. YEP’te teşviklerde 13,7 milyar TL’lik tasarruf öngörülürken şimdi bundan çok daha yüklü teşvik artışları uygulamaya sokuluyordu. Asgari ücret için işverene verilen katkı 100 TL’den 150 TL’ye çıkarılırken, 2019’da yeni işe alınacak personelin tüm sigorta ve vergi yükleri devletçe üstleniliyordu. 500’ün altında sigortalı çalıştıran işverene verilen 5 puanlık sigorta desteği, 500 ve üzerindeki işyerleri için de eşitleniyordu. Bu arada, kamu gelirlerini arttıracak önlemlerin yerini, dayanıklı tüketim mallarında ve konutta vergi indirimlerinin 31 Mart’a kadar uzatılması ve bunlara yeni indirimlerin eklenmesi alıyordu.

YEP’te “…bankacılık sektörünün mali yapısını güçlendirecek…bir politika setinin devreye sokulacağı” taahhüdü verilirken, Halkbank aracılığıyla 350 bin esnafın yararlanacağı 22 milyar TL’lik bir “işletme ve yatırım kredisi” açılıyordu. 40 bin KOBİ’yi hedefleyen, kamu bankaları yanında özel bankaları da devreye sokan, 20 milyar liralık bir destek kredisi buna ekleniyordu. Daha önemli teşvikler için Ziraat Bankası (ZB) devreye sokuluyordu: Futbol kulüplerinin 14,5 milyar TL tutan banka barçlarının ZB tarafından yapılandırılması projesi büyük tepki çekince, bu Banka’nın çiftçi borçlarını %11 faizle bir yıla kadar vadelendirmesi ile kredi kartı borcunu ödemekte zorlananlara 24 aya kadar vadeli aylık %1,1 (veya 60 aya kadar %1,2) faizli kredi vermesi gibi geniş kitlelere yönelik büyük teşvikler uygulamaya getiriliyordu. Daha önce medyada iktidar güdümündeki el değiştirmelerde ve konut faizlerinin aylık %1’in altına yapay olarak düşürülmesinde de kullanılan ZB’nın, tüm bu dayatma görevler karşılığında önemli görev zararlarına uğrayacağı ve bunların da Hazine’den karşılanacağı düşünülürse, bir “krizi körükleme” programının dolu dizgin uygulandığını görülmekteydi.

Bir başka seçim yatırımı olarak, “düzenli sosyal yardım alanların aylık 150 kilovatsaate kadar elektrik tüketimlerinin (ortalama 80 TL’nin) devlet tarafından üstlenilmesi” de devreye sokuluyordu.

Bu arada her seçim döneminde yapıldığı gibi tarıma dönük yıllık desteklerin büyük bölümü (16 milyarlık toplam desteğin 10 milyar lirası) ilk üç aya sıkıştırılmaktaydı. (RTE, AKP Grup toplantısında bunu büyük bir vaat gibi “müjdeliyordu”).

Tabii yılın ilk üç ayına bu kadar büyük harcama artışı ve gelir azalışının (buradaki konumuz öngörülmemiş azalışlardır) sıkıştırılmasının bir sonucu, Hazine nakit açığının çok yükselmesiydi. Buna önlem olarak TCMB’nın Genel Kurulu’nun Ocak ayına alınması ve böylece MB’nın kârlarının ve döviz+altın varlıklarının değerlenmesinden doğan Değerleme Hesabı’ndaki gelir fazlalarının ve Kurumlar Vergisi ödemesinin (ki, toplamda 37 milyar liraya ulaşmaktadır), çaresizlikten çare üretmeye yönelik bir adım olarak devreye sokulmasıydı. Bunun olumsuz etkisi bir güven bunalımı ve TL’nin hızla değer yitirmesi olarak ortaya çıkmakta gecikmeyecekti. Bu çaresizlik adımlarından bir diğeri de, İmar Barışı’nın altı ay süreyle uzatılmasıydı.

Buraya kadar sayılan önlemlerden geniş kitleler yararına olan ve ekonomiyi canlandırmaya yönelenlere karşı olduğumuz sanılmasın; burada sergilenmek istenen şey, politikaların genel tutarsızlığı ve bunun -neoliberal politakalardan bir kopuş olmadığı sürece- 31 Mart sonrasında ödenecek faturayı yükseltmekte oluşudur. YEP’i ertelemenin sonucu da zaten budur. Nisan’dan itibaren çiftçi tamamen kendi başına kalacaktır. Ücretler reel olarak aşınır ve işsizlik yükselirken, her türlü hak arama mücadelesi daha da baskılanmaya çalışılacaktır. Koşullara göre, IMF ile yeni bir program başlatılması da şaşırtıcı olmayacaktır.

Tepkilerin Örgütlenmesi

Yukarıda çizilen resim, 31 Mart’tan sonra AKP rejiminin ve temsil ettiği sermaye iktidarının milletin böğrüne olanca acımasızlığıyla çökeceği yeni bir dönemi haberlemektedir. Bunu seçim sonuçlarından bağımsız olarak öngörebiliriz, ama seçim sonuçları yeni hırçınlıkları da gündeme getirebilecektir. Daha şimdiden, seçmen listeleri askıya çıkar çıkmaz TBMM kürsüsünde belgeleriyle dile getirilen ve sahtekarlığın doruğunu oluşturan seçmen kaydırmaları ve yığmaları bizi nasıl bir seçim ikliminin beklediğini göstermektedir. Seçim sonuçları merkezi iktidarı değiştirmeyecek olsa bile, bir düşüş trendinden ve meşruiyet kaybından, ayrıca İstanbul gibi rant alanlarını yitirmekten dehşetli ürküldüğünü kanıtlamaktadır.

İktidar, kendisinin bir toplumsal talebe karşılık gelmediği ortaya çıktıkça, zor unsurlarını kullanmayı daha çok tercih etmektedir ve edecektir. Faşizan baskıların artacağı yeni sürece nasıl hazırlanmalı? Olmaması gerekenleri söylemek bile şimdilik yeterli olabilir: AKP’yi ve kurmakta olduğu rejimi olağanlaştırıcı, kanıksatıcı ve dolayısıyla meşrulaştırıcı her türlü söylemden/ girişimden uzak durulmalı, mücadele yerine “ricacılık” yöntemini benimseyenlere tepki gösterilmelidir.

Örnekleri sendikal alandan verelim: -Türk-İş ve Hak-İş konfederasyonları, Cumhurbaşkanı’na birer mektup yazarak kamuda kadroya alınan taşeron işçiler için verilen yüzde 4’lük zammın gözden geçirilmesini rica ediyorlar! (Cumhuriyet, 10 Ocak).

-Şeker-İş Burdur Şube Başkanı, Şeker Fabrikaları özelleştirilirken ÖİB Başkanı olan kişinin görevden alınarak BDDK’ya atanması üzerine, “umuyoruz ki yerine gelecek kişi özelleştirmelerin tamamını iptal eder, yeni özelleştirme kararı almaz”! (Birgün, 11 Ocak). Sanki özelleştirme kararlarını bir idare başkanı alabilirmiş gibi muhakeme yürüten ve yeni başkandan ricacı olan şu bilinç düzeyine bakar mısınız!

-Türk-İş ve Demiryol-İş Başkanı Ergün Atalay, Cumhurbaşkanı’nın İzban grevini iki ay erteleme kararına en fazla sevinenlerin başında geliyor! Çünkü, “kararın bazı çevrelerin grevin siyasi ve ideolojik nedenlerle alındığı yönündeki iddialarını çürüttüğünü” belirtiyor! (Cumhuriyet, 9 Ocak). Kendi üyesi demiryolcuların da can verdiği cinayet gibi tren kazalarından sonra bir günlük bir uyarı grevine bile çıkamayan bir sendikanın/konfederasyonun başkanı, İzban’da iktidarın göz yummasıyla giriştiği bir grevin (anayasaya aykırı olarak) ertelenmesini, “iktidar yandaşı” görüntüsünden temize çıkmak olarak algılayabiliyor. (Bu arada, Demiryol-İş İzban ortağı TCDD’ye yüklenmediği için İzmir BB Başkanının yüzde 30’luk teklifinin kaçmasının ve erteleme sonrası ortaya çıkan uzlaşmada yüzde 25’lik artışa razı olunmasının hesabını da vermiyor).

Türkiye’de işimiz hiç kolay değil. Çünkü iktidara karşı mücadeleyi, aynı zamanda sözde bizim haklarımızı korumak üzere kurulmuş olan sendikal ve siyasal yapılara ve bunların yönetimlerine karşı da sürdürmek zorundayız. Ama bu bizi yıldırmamalı; bu bütün devrimci mücadele süreçlerinde karşılaşılan bir durumdur. Önümüzdeki süreç de devrimci bir dönüştürme sürecidir ve bunun iktidarıyla muhalefetiyle, sendikal ve diğer kurumsal yapılarıyla tümden bir hesaplaşmayı içermesi kadar doğal bir şey olamaz. Bunun yolu da kitlelere ulaşabilmekten geçmektedir.