Ankara Film Festivali bütün zorluklara rağmen bu yıl da, zengin bir program sunuyor izleyicilere. Umarız daha yıllarca bu misyonunu sürdürür

Terence Davies ve Jarmush

Ankara Uluslararası Film Festivali, bu yıl Terence Davies retrospektifi düzenledi. Terence Davies , 5 yıl kadar önce İstanbul Film Festivali’nin konuğu olduğunda kendisiyle tanışma şansına erişmiştim. Bu son derece kibar ve sempatik İngiliz gentleman’inin bu nedenle kalbimde ayrı bir yeri vardır.

Ama ilk üç orta metraj filmini biraraya getiren “The Terence Davies Trilogy”ye (Terence Davies Üçlemesi) hayran olmak için Davies’le tanışmak filan gerekmiyor. Üçleme, yapısı ve konusu itibarıyla bu yılın Oscar ödüllü filmi Moonlight’a benziyor. Yani film bir eşcinselin hayatından üç dönemi konu alıyor. Fakat Moonlight, bence Üçleme’nin yanında utangaç bir deneme olarak kalıyor. Üçleme hem sert hem de o kadar hüzünlü ki. Ve sinema duygusu o kadar güçlü ki. Uzun zamandır, diğer sanatlardan ayrı bir yeri olan bir sanat dalının ürününü, yani sinema izlediğimi bu kadar yoğun duyumsamamıştım. Tabii, filmin şöyle de bir şansı oldu; festivalde izlediğim ilk filmdi. Henüz zihnim ve vücudum yorulmamıştı. Festivallerin böyle kötü de bir yanı var. İlk filmlerden sonra üzerinize çöken yorgunluk, filmlerden alabileceğiniz hazzı çok azaltabiliyor.

Terence Davies’in kariyerinin ikinci filmi “Distant Voices, Still Lives” (Uzak Sesler, Durgun Yaşamlar) bugün Britanya sinemasının en iyi filmlerinden biri sayılıyor. Üçleme’de anlatılan aileye benzer bir aile yine anlatılan: Zorba bir baba, sevecen bir anne, iki kız ve bir erkek kardeş... Davies’in bu filmi daha biçimci ve karakterlerine daha mesafeli. Belki sinemasal anlatım olarak daha yenilikçi ve zorlayıcı ama duygusal açıdan Üçleme kadar derinden yakalayıcı değil. Brecht ne derse desin, ben özdeşleşince düşünüyorum. Özdeşleşmenin düşünme önünde engel olduğuna katılmıyorum.

terence-davies-ve-jarmush-279769-1.“Of Time And The City” (Zaman ve Şehire Dair), Davies’in yine özyaşamöyküsel bir deneme-filmi. Belgesel olarak da nitelendiriliyor. Davies, dine, patriayarkiye, devlete, krallığa ve evet, Beatles ve çağdaş pop müziğine öfkesini Liverpool’un tarihi eşliğinde dillendiriyor. Davies bir müzik tutkunu ama pop müziğe ilgisi Beatles’a kadar sürmüş. Beatles ve benzerlerinden o kadar nefret etmiş ki, sonraları kendisini klasik müziğe vermiş. Davies’in sevdiği ama artık varolmayan Liverpool’a özlemi, nasıl da bizim İstanbul’a duyduğumuz özleme benziyor. Daha 5-10 yıl öncesinin Beyoğlu’yla şimdiki arasında ne kadar büyük bir fark var!

Davies’in son filmi ise “A Quiet Passion” (Sessiz Bir Tutku)adını taşıyor. Emily Dickinson’ın hayatını anlatan filmde Dickinson’ı, “Sex and the City” dizisinden tanınan Cynthia Nixon canlandırıyor. Emily Dickinson, yönetmen Davies gibi dinsel kurumlarla arası hiç iyi olmayan bir kişi. Film Dickinson’ın, dinsel eğitim veren kurumdan ayrılışıyla başlıyor. Görece bir liberal olan babası kızını koruyor. Dickinson evinde babasının izniyle geceleri şiir yazıyor. Kendisi gibi anarşist ruhlu genç bir kadınla arkadaşlık kuruyor. Evli bir papaza haşık oluyor. Ama her nedense çok çirkin olduğuna ve sevilemeyeceğine inanarak içine kapanıyor iyice. Ve böbreğindeki bir hastalık nihayetinde onu öldürüyor. Film, insanın durup düşünmesine imkan vermeden yoğun şiirler ve diyaloglarla akıp gidiyor. Fakat bu düşünmeye fırsat bulamama durumu, bir de altyazı okuyorsanız filmi çok zor seyredilir hale getiriyor.

terence-davies-ve-jarmush-279770-1.Davies dışında bir de Jim Jarmush’tan söz etmek isterim. Jarmush bir zamanlar iyi filmler çekmişti ki sanırım onları da abartmıştık. Son zamanlarda bu “usta”nın iyi bir filmine rastlamadım. “Paterson” dahil. Jarmush’un son filmi “Gimme Danger” açıkçası kendisinden çok şey beklemeyen beni bile hayal kırıklığına uğratacak kadar kötü bir belgesel. Jarmush, “gelmiş geçmiş en iyi rock’n’roll topluluğu” diye adlandırdığı The Stooges’ı anlatmak istemiş. Bunun için grubun lideri ve şarkıcısı Iggy Pop’u evinde koltuğa oturtmuş ve konuşturmuş ve son derece kötü bir yöntem olduğunu düşündüğüm ve Michael Moore’un belgesellerinde çok kullandığı bir yönteme başvurmuş. Konunun çağrıştırdığı ama konuyla doğrudan alakası olmayan, dönemin kültürüne dair görüntülere başvurmak diye tanımlayabileceğim bu yöntem filmi cazip kılmıyor. Yüzeyselleştiriyor ve sulandırıyor. Hoş, film zaten sulandırılmaya ihtiyaç duymayacak kadar koyuluktan uzak zaten. Ne dönemin ne de Iggy Pop’un ruhuna dokunamıyor film. Jarmush’un grupta özel ne bulduğunu da anlamıyoruz. Filme girmeden önce Iggy Pop hakkında Jarmush’un gösterdiğinden daha çok şey biliyordum zaten. Gördüğüm en kötü müzik belgesellerinden biri desem haksızlık etmiş olmam sanırım. Ama tabii ki seyretmiş olduğuma memnunum. Jarmush hakkında ne kadar haklı olduğuma daha çok inandım bu sayede.

Ankara Film Festivali bütün zorluklara rağmen bu yıl da, zengin bir program sunuyor izleyicilere. Umarız daha yıllarca bu misyonunu sürdürür.

*****

Gelecek Günler: Entelektüelin, yaşlı bir kadın olarak portresi

terence-davies-ve-jarmush-279768-1.Mia Hansen-Love’ın son filmi, başrol oyuncusu Isabelle Huppert’in sürüklediği bir orta sınıf entelektüel portresi. Huppert’in Natalie’si, biraz “Elle” filmindeki Michelle’i andıran bir karakter. Pek sevimli biri değil, sert bir profesör. Kocası ve biri erkek diğeri kız iki çocuğuyla yaşıyor. Bir gün kızı, babasına (yani Natalie’nin eşine) ya annemi ya da sevgilini seç diye dayatınca, adam sevgilisini seçiyor. Natalie genç bir öğrencisinde şansını denese de başka bir kuşaktan ve dünyadan olduğunu hatırlamak zorunda kalıyor. Natalie’nin tıpkı Elle’in Michelle’i gibi yaşlandığını kabul etmeyen, sorunlu bir annesi var ayrıca.

Filmin konusunu böylece özetlemek mümkün. Çok heyecanlı değil, görüldüğü gibi. Ama filme kendinizi kaptırırsanız, bu çok da sevimli olmayan, gençlerin politik protestolarına hiç yüz vermeyen, entel-dantel yaşlı ve yalnız kadının dramına ortak oluyor, filmin koyduğu bütün mesafeye rağmen onun için kaygılanabiliyorsunuz. Hansen-Love’ın üslubu kocası Assayas’ın “Direniş Günlerinde Aşk” (Apres Mai) filminde kullandığı üslubu andırıyor. Süslemesiz, dramdan mümkün olduğunca kaçan, olguları arka arkaya dizen bir üslup bu. Her zaman işlemeyebilir ama “Gelecek Günler”de başarıyla işliyor. Kaçırmayın derim ama sorumluluk sizin. Olmadı, Isabelle Huppert’den iyi bir oyunculuk gösterisi daha izlemiş olursunuz.