Attila Aşut

yazievi@yahoo.com

Fransızca kökenli “terör” sözcüğünün eski dildeki karşılığı, Türkçe Sözlük’te “tedhiş” olarak belirtilmiştir. Anlamı ise yıldırma, korkutmadır…

Gelin görün ki, BirGün gazetesinin eski yazarlarından Prof. Dr. Kadir Cangızbay, bu tanıma oldum olası karşıdır. Gazetede yazdığı sıralar, konuya birkaç kez değindiğini anımsıyorum. Son günlerdeki siyasal gelişmeler üzerine bana gönderdiği mektupta yeniden irdelemiş “terör” ve “tedhiş” kavramlarını.

Kadir Hoca, uzun mektubunda başka konulara da değinmiş. Ben “Dilin Kemiği” bağlamında yalnızca “terör”le ilgili değerlendirmesine yer vermekle yetineceğim:

“Sevgili Üstat,

‘Yıldırmak’la aynı kökten ‘yıldırı’, TDK sözlüğünde ‘terör’ün birebir karşılığı olarak veriliyor. Eksik bir karşılık. İnsanları yıldırmaya soyunanların başvurdukları bir yol olarak ‘terör’ün ne olduğunun ipucunu vermekten hepten uzak. Oysa ‘terör’ün tam karşılığı var dilimizde, hem de en az üç yüz elli yıldır: Tedhiş. TeDHiŞ, DeHŞet’le aynı kökten (D-H-Ş) ve de insanları dehşete düşürüp yapacağını yapamaz, söyleyeceğini söyleyemez, yazacağını yazamaz, çizeceğini çizemez, gideceği yere gidemez, kısacası mefluç, yani felçli hale getirmeye yönelik şiddet eylemi / tehdidi…

Yüzlerce yıllık ‘tedhiş’, doksanlı yıllarda resmi metinler ve demeçler başta olmak üzere yerini ‘terör’e bırakmaya başlar: Alçakça bir operasyon. ‘Tedhiş’ yerine ‘terör’ü yerleştirmekle, terörden, yani tedhişten, dolayısıyla da terörizm ve teröristten bahsetmenin zorunlu koşulunun, ortada ‘insanları dehşete düşürüp mefluç hale getirme’ye yönelik bir eylem veya tasarruf’un bulunması olduğunu gözlerden gizleyip, sınırları tümüyle belirsiz bir suç kategorisi yaratmak amaçlanmaktadır.

Terörü / terorize edilmişliği ‘korku’dan farklı kılan, esas olarak beklenmediklik, öngörülemezlik, dolayısıyla şiddet kaynağı karşısındaki çaresizlik, tedbir alamazlık, ne yapacağını bilemezliktir; o güne kadar bildiklerinizin geçersiz hale gelmesidir: İnsan, ayıdan korkar; ancak ayıyı yatak odasında gördüğünde dehşete kapılır. Taksim’i meydan, Haydarpaşa’yı da gar olmaktan çıkartan -ki bu arada Taksim İlkyardım Hastanesi artık Taksim’de olmadığı gibi, Şişli Etfal de kısa süre sonra Şişli’de olmayacaktır-, yani yaşadığımız alanı bizim için bilinir ve tanınır olmaktan çıkartıp doğrudan doğruya bizi terörize etmeye, yapacağımızı yapamaz, ne yapacağımızı bilemez hale getirmeye yönelik bir tasarruftur: En başta İstanbul ve Gazi Üniversiteleri olmak üzere, gerek mekânları gerek ihtisas alanları itibariyle en bilindik üniversiteleri paramparça etmek de, insanları yapacağını yapamaz, ne yaparsa neyle karşılaşacağını / başına ne geleceğini bilemez, başına bir şey gelmesin diye sanki kendisi hiç yokmuş gibi yapar hale getirmeye yönelik terörizan (tedhişçi) bir icraat çerçevesinde yer alır.

İngiliz’i, Fransız’ı, İspanyol’u, İtalyan’ı, Rumen’i; ‘tedhiş’i kendi dilindeki kelimeyle karşılarken, Türkçede ‘tedhiş’ yerine ‘terör’ kelimesinin kullanılır hale getirilmesi cahillikten de beslenen bir hainliğin hem ürünü hem de göstergesidir: ‘Tedhiş’ten bahsetmenin zorunlu koşulunun ‘dehşet yaratma’ olduğu, ‘terör’ gibi yabancı bir kelime aracılığıyla doğrudan görünmez hale getirilsin ki ‘çocuklar ölmesin’ demek, ‘barış bildirgesi’ yayımlamak / imzalamak ya da kravatında diğer renklerin arasında kırmızı-sarı-yeşil’in de bulunması, insanların teröristlikle suçlanması, hedef gösterilmesi ve her türden cezaya uğratılması için gerekçe yapılabilsin.

Devletin gözünde ‘terörist’, ne suçlu vatandaştır ne de düşman askeri; üstü hukuken baştan çizilmiş, yani ‘yok’, dolayısıyla fiziken de yok edilmesinde beis bulunmayan bir canlıdır. Bu şekilde, hukukun evrensel kuralı olan ‘yasayla tanımlanmamış suç da olmaz, ceza da’ anlayışı tümüyle devre dışı bırakılmış, ‘suç’ kişinin fiilinden tümüyle kopartılmış, dolayısıyla ceza da ödül de kişinin kimliği temelinde fişlenmesine tabi kılınmıştır: Tam tamına bir istihbarat devleti / muhaberat imparatorluğu.

Vatandaş; cinsiyetinden, ırkından, etnisitesinden, dininden, mezhebinden bağımsız olarak alınmış insan bireyidir; bu tanıma aykırı her tavır ise insanın türsel tekliğini kavramanın, dolayısıyla ‘insan hakları’ kavramının çok uzağında bir insanlık suçudur.”

Kadir Hoca, mektubunun sonunda “Ne dersiniz?” diye sormuş. Sorunun yanıtını okurlara bırakıyorum…

HAFTANIN NOTU

NEDEN HAPİSTELER?

Türkiye, adının başında “Adalet” olan bir partinin iktidarında en çok adaleti arar duruma geldi. Cezaevleri gazeteciler, siyasetçiler, öğrencilerle dolu. RTE’ye yönelik her siyasal eleştiri suç sayılıyor. Karikatürlerin bile cezalandırıldığı bir dönemdeyiz. Düşünce açıklamanın böylesine ağır yaptırımlarla karşılaştığı ülkemizde, iktidarın küçük ortağı, şimdi mafya üyelerini hapisten çıkarma derdinde!

Beş buçuk aydır Sincan Cezaevi’nde tutuklu bulunan halk sağlıkçısı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu yeni kavuştu özgürlüğüne. İçerideyken annesini yitirmişti. Gözaltında yaşadıklarının Nazi kamplarını anımsattığını söylemesi, cezaevi gerçeğimizin 12 Eylül’den bu yana pek de değişmediğini gösteriyor.

Demokrasilerde ayrıksı bir yargısal önlem olan tutuklama, Türkiye’de “peşin cezalandırma” yöntemine dönüşmüştür. İnsanlar neyle suçlandıklarını bile bilmeden aylarca cezaevlerinde tutuluyor. Sözgelimi hümanist bir işadamı ve aydın olan Osman Kavala, tam 400 gündür tutukludur. Ama hakkında henüz iddianame düzenlenmemiştir. Eski HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve yeniden milletvekili seçilen Enis Berberoğlu, Anayasa Mahkemesi’nin “emsal kararı”na karşın hâlâ içeride tutuluyorlar. Adlarını saymakla bitiremeyeceğim sayısız insan, yansızlığını ve bağımsızlığını yitirmiş bir yargının kurbanlarıdır! Sorarsanız, hepsi “terörist”! Mahkeme salonlarında “Adalet mülkün (ülkenin) temelidir” yazan Türkiye, bu utançtan bir an önce kurtulmalıdır!ü