İran’da geçen hafta sonu ordu merasimi sırasında, kalabalığa ateş açıldı. 29 kişi yaşamını yitirdi, 70 kişi yaralandı. Ölenler arasında merasimi izleyenler de vardı, askerler de. Yaşamını yitiren askerler, profesyonel askerler değildi, askerliğini yapan gencecik er çocuklardı, kimileri belki de içindeki yaşadıkları rejimi tasvip etmiyorlardı bile, pek çoğunun amacı askerliklerini bitirip, sonra hayata atılmaktı, hayatları gencecik yaşta, bu terör saldırısıyla noktalandı.

Terör saldırısının gerçekleştiği kent Ahvaz kenti, Arap azınlığın olduğu kent. Saldırıyı önce IŞİD üstlendi, ama saldırıyı gerçekten de IŞİD mi gerçekleştirdi belirsiz. Rejim, iki farklı örgütü işaret etti, her iki örgüt de saldırıyı gerçekleştirmediklerini söyleyen ve dahası saldırıyı kınayan bildiri paylaştı. İran rejimi saldırının ardında ABD ve Suudi Arabistan’ın olduğunu söyledi.

Bu tip saldırılar İran’da hep kafaları karıştırır. Bir kısmın aklına hep şu gelir, rejim her fırsatta ne kadar güçlü, ne kadar yıkılmaz olduğunu söylüyor, mazlumların lideri olduğunu iddia ediyor; peki gerçekten İran bu kadar güçlüyse nasıl oluyor da dış güçler ta İran’ın kalbine kadar girip, insanları öldürebiliyor?

Bir kısım ise rejimin kendi hesapları için bu tip saldırıları kendisinin düzenlendiği, ya da bu tip saldırıların düzenlenmesine göz yumduğu kanısında.

Ortadoğu’da hele hele kapalı rejimlerde komplo teorilerinin alıcısı çok. Genellikle sistemler kapandıkça, bilgiye ulaşmak zorlaştıkça, devlet hesap verme ödevini yerine getirmedikçe, komplo teorileri daha çok satar oluyor. Muhtemelen her şeyi komplo teorileriyle açıklayan güruhlar otoriter rejimlerin daha çok işine geliyor. Rasyonalitesini yitirmiş kalabalıklar daha kolay yönetiliyor, yönlendiriliyor.

Komplo teorilerini bir kenara bırakalım, elimizde saldırıya ilişkin çok bilgi de yok. Ama Ortadoğu’daki durumu biliyoruz. Bir tarafta ABD destekli Suudi Arabistan’ın başını çektiği Sünni kutup, öte yanda Rusya’nın iyi kötü arkasında durduğu İran liderliğindeki Şii kutup ve aradan kafayı sokan Türkiye Katar hattı. Kutuplar arasındaki itişme, vekalet savaşları şeklinde yürüyor. Yemen’de ve Suriye’de, Lübnan’da, Bahreyn’de yer yer şiddeti daha yüksek yer yer şiddeti daha düşük savaşlar yürümekte.

İran rejimi, devlet olduğundan bu yana böyle bir dış politika üretti. Rejim ihracı hedefi bir yana, İran, bölgedeki kimi grupları mobilize ederek, İran rejimi hoşuna gitmeyen, İran’a potansiyel düşman olabilecek devletleri destabilize etmeyi, bu ülkelerde karışıklık, huzursuzluk yaratmayı hedefledi. (28 Şubat sürecine de aslında bir yandan bu gözle bakmak gerekir) 40 yılı aşkın bir süredir yürüttüğü bu sistemde artık ustalaşmış durumda. Lübnan’da tamamen İran hamiliğindeki Hizbullah, Gazze’de rejimin semirttiği Hamas, Suriye’de ve Irak’ta direkt Devrim Muhafızları tarafından mobilize edilen, bölge siyasetini başka dengeye oturtan gruplar en açık örnekler olarak karşımızda duruyor. Birkaç yıl önce yaşanan Meksikalı uyuşturucu kartelleri aracılığıyla Suudi Arabistan’ın Washington Büyükelçisi’ne İran’ın düzenlemeye çalıştığı suikast ise rejimin siyasete bakışını anlatan başka bir örnek.

Terör üreten bir ülke olmak bir yanıyla bölgede İran’a bir nüfuz alanı sağladı. Bulaşılmak istenmeyen bir ülke, bir sistem olarak İran kendi ürettiği hattın başını çekmeyi başardı. İran’ın ürettiği bu tuhaf şiddet politikası şimdi tüm bölgeyi ele geçirmiş durumda. Suudi Arabistan’ın ardından Türkiye’nin de “bu işlere” özendiğini, terör lejyonerlerini kullanma yöntemini benimsemeye çalıştığını görüyoruz.

Dışarıdan otokratik rejimlere özendirici gelen bu siyaset hem kirli hem de tehlikeli bir siyaset. Terör üreteni sonunda terör kendi evinde vuruyor.