Geçen haftaki yazım şu sözle başlıyordu: Yüzde on barajında ısrar ihanettir. İhanettir, zira bu baraj sadece gayri adil ve anti-demokratik...

Geçen haftaki yazım şu sözle başlıyordu: Yüzde on barajında ısrar ihanettir. İhanettir, zira bu baraj sadece gayri adil ve anti-demokratik değil, fiiliyatta Kürtlere karşı ayırımcı, dolayısıyla bölücü, sonuçları itibariyle de kin ekici/kan dökücüdür: Seçim barajına karşı çıkıp tümüyle kaldırılması için mücadele vermeden ‘akan kan dursun’, ‘akan kanı durduracaksa herkesle görüşürüz’ gibi laflar edip silahların susmasından, barıştan, kardeşlikten, birlikten söz etmek en pervasızından bir ikiyüzlülüktür. Hele ‘kardeşlik ve birlik’i projeyle kurmaya kalkmak, ancak ve ancak Amerikan işi modern bezirganlık formüllerini bilim zannedecek ölçüde gravyerleşmiş beyinlerin tasavvur edebileceği bir iştir. Etnik/dinsel/mezhepsel kimlikler temelindeki ‘açılım’lar ise, ilk bakışta çoğulcu ve demokratik adımlarmış gibi görünür; oysa, insanlığı Aydınlanma’nın gerisine götürme peşindeki Yeni Dünya Düzeni hokkabazlarıyla, zaten hiç Aydınlanma görmemiş ilkellerin buluştukları noktadır bu tür açılımlar.


Yeni Dünya Düzeni’nin hayali, insanlığı alt-insan türleri temelinde farklı farklı kafeslere doldurup, dünyanın tümünü, bütün cadde ve sokakları sadece büyük kapitale açık global bir hayvanat bahçesine çevirmektir; çok-hukukluluk, inancına göre yaşama özgürlüğü, çok-kültürlülük vb… gibi ‘insan’ın türsel tekliğini ve haklarının evrenselliğini inkar eden post-modern ‘cennet taamları’nı birer yem gibi kullanarak. Başka bir anlatımla, her türlü kimliksel ‘açılım’, vatandaş kavramıyla birlikte hukukun tekliğinin parçalanıp cumhuriyetin imkansız hâle getirilmesidir; zira, cumhuriyet (res-publica), ancak ‘her şey herkese eşit derecede ait ve açık’ ise cumhuriyettir. Tam bu noktada, karşımıza ‘kollektif haklar’ sorunu çıkar ki, bu da yine neo-liberalizmin insanların dikkatini emek-sermaye çelişkisinden kaçırmaya yönelik sahte bir sorundur: Eylem hâlindeki insanlığın sorunlarını çözecek olan, insanları ‘ne oldukları’ temelinde kategorize eden kolektif haklar değil, yeni kollektiviteler kurma yolunda sınırsız örgütlenme hakkıdır.


Açılım adı altında yapılanlar arasında en vahim olanı Habur oyunudur: Habur, dağdan inenlere/kamptan gelenlere kucak açma görüntüsü altında, Erdoğan’ı hukuk-üstü bir konuma yerleştirme teşebbüsüdür. “Pişman değilim, liderin talimatıyla buraya geldim” diyene ‘etkin pişmanlık’ uygulatan iradeye tutulan alkış, aslında eline hiç silah almamış olanı terorist diye zindana atacak despotizmin kalesine tuğla taşımaktan başka bir şey değildir. Açılımın bir diğer ayağı olarak sunulan sözde müzakereler ise, yine siyaseti halkın elinden kaçırıp, hepimizin geleceğini bizim bilgi, irade ve müdahalemizden bağımsız olarak tayin etme peşindeki despotik bir manevradan başka bir şey değildir. Ancak daha da önemlisi, sivil siyaseti sonuna kadar boğarken, silahlı olanı muhatap almak barış ve çözüm yönünde değil, her şeyi silahlı güç gölgesinde biçimlenir hâle getirmesi mukadder bir tercihtir. Hep tekrar ediyorum ama, elindeki silah sayesinde muhatap alınanın, elinden bırakacağı en son şey de yine silahı, siyasal olarak muhatap alınmak isteyenin de yapacağı tek şey de ya silaha ya da silahlılara sarılmak olacaktır.
Bu denli feraset yoksunu bir iktidarın, açlık grevi ve ölüm oruçlarının ölümcül sonuçlarının hepimize nelere mal olacağını da kesinlikle hesap edemeyeceği açıktır. Yapılacak olan ise, belediye başkanı veya bakan ıslıklayanı bile terorist ilan eden, terorist ilan ettiğini de içeri attıran bir iradenin terörle mücadele adına yaptığı her şeyin bizatihi terorizm olduğunu haykırmaktır.