Tophane deyince ister istemez ‘Dünya Savaşları’ geliyor akla; bazı galeriler bu çatışmadan sonra daha da kuytu köşelere...

Tophane deyince ister istemez ‘Dünya Savaşları’ geliyor akla; bazı galeriler bu çatışmadan sonra daha da kuytu köşelere, korunaklı bölgelere, sen-ben-bizim-oğlanlı evrenlerine geri çekilirken, geride kalanlar terra incognita’nın aslında zihinsel bir durum olduğunun farkına varıyorlar galiba

Yaralı, saldırıya açık bir hayvan gibiyim; sığındığım köşeden, evden dışarı çıkmak istemiyorum; mecburen dışarı çıktığımda da üzerimde hep bir tedirginlik; yırtıcı hayvanların üzerime saldıracağı korkusu. ‘Kolum, kanadım kırık’ derler ya, benim yaşadığımda tam da bu; ancak mecazi anlamda değil, gerçekten de sağ kolum kırık, haliyle kanadım da; eskisi gibi kentin sokaklarında uçamıyorum.
Tek kanatla, sakınarak uçtuğum zamanlarda oluyor arada; birkaç sergi açılışına katıldım. Bunlar Tophane’deki sergilerdi çoğunlukla. Tophane’nin giderek sakinleştiğini, durulduğunu görüyorum. Çatışmalı günler çok geride kalmış, hatta unutulmuş gibi.
Kolu kanadı kırık olma halinin sadece bana özgü, geçici bir duygu olmadığını, kendilerini toplumun geri kalanından yalıtarak kapalı evrenlerine tutunmaya çalışanlar için kalıcı bir duyguya dönüştüğünü görüyorum. Sanki kendi dünyalarının dışına, terra incognita’ya adım attıklarında vahşi hayvanlarının saldırısına uğrayacaklarmış gibi tedirginlik yüzlerinden okunuyor. Eskiden haritacılar, keşfedilmemiş, bilinmeyen topraklar (terra incognita) ibaresinin hemen yanı başına ‘burada canavarlar var’ notunu düşer ve fantastik hayvanlarla süslerlermiş çizdikleri haritaları. Bilinmeyen karşısında bu korku kent yaşamında da yaygın; zihinsel haritalarımız, içinde canavarları barındıran terra incognita’larla dolu. Kendi dünyamızın dışına adım attığımızda tüm bu canavarların bize saldıracakları korkusu sinmiş her tarafa.

YERÜZÜ SENFONİSİ
Kendi algılama ve eyleme geçme yetileriyle her canlının kendine has bir dünya kurduğunu ve yeryüzünün bu mikro-dünyalardan oluştuğunu hayvan davranış bilimcisi Jakob von Uexküll göstermişti bize. Oysa Uexküll müzikal bir evren tahayyülü çiziyordu. Her ne kadar kapalı olsalar da bu ayrı dünyalar birbirleriyle kontrpuansal ilişkilerle kesişiyor ve ortaya muazzam bir yeryüzü senfonisi çıkıyordu.
Kentlere baktığımızdaysa, sınıfsal, etnik, cinsel ayrıştırmalarla aralarında kalın duvarların örüldüğü bu farklı dünyaların birbirleriyle kontrpuansal bir ilişki kurma imkânının giderek azaldığına tanıklık ediyoruz. Herkes kendi çalıp kendi oynuyor; devasa bir kakofoni çıkıyor ortaya. Bu yeni bir şey değil; kentlerin doğasında var belki de. Frederich Engels, on dokuzuncu yüzyıl Manchester’ının hızla bir köyden bir metropole gelişmesinden söz ederken, günümüzde tüm şiddetiyle yaşanan bu ayrışmaya daha o zamanlar işaret etmişti: “Bu kent öylesine tuhaf bir şekilde inşa edilmiştir ki bir işçi mahallesiyle, hatta işçilerle bağlantı kurmadan … insan burada yıllarca yaşayabilir, her gün seyahat edebilir.” Günümüz kentlerinde de bazen aynı mekânları paylaşsalar da farklı dünyaların insanları birbirini görmeden, dokunmadan, görünmez koridorların içinde dolaşıyorlar.

ARA YÜZEYLERDE ÇATIŞMA
Tophane farklı dünyaların aynı mekânı paylaştıkları bir yer. Ayrı dünyaların arasındaki ilişkiler, özellikle karşılaşma noktalarında, ara yüzeylerde çatışmalı olur çoğu kez. Çatışma hiç yoktan bir ilişki biçimidir oysa. Hep verdiğim bir örnek ama burada da tekrarlamak istiyorum; otobanda kendi yörüngelerinde hızla ilerleyen araçlar arasında bir ilişkinin ortaya çıkabilmesi için ille de bir çarpışmanın olması şart; çatışmalı olsa da her türlü olumsallığa açık bir rastlaşmadır bu. Bizi ayıran görünmez koridorların kırıldığı an.
Aslında bu yazıda Tophane’de halen faaliyet gösteren sanat galerindeki sergilerden söz edecektim; ama olmadı; haftaya kaldı. Tophane deyince ister istemez ‘Dünya Savaşları’ geliyor akla; bazı galeriler bu çatışmadan sonra daha da kuytu köşelere, korunaklı bölgelere, sen-ben-bizim-oğlanlı evrenlerine geri çekilirken, geride kalanlar terra incognita’nın aslında zihinsel bir durum olduğunun farkına varıyorlar galiba. Farklı etoslara (değer ve inanç sistemlerine) sahip bu dünyaları örten kabuk kırılınca, açık yaralar çıkıveriyor gün gibi ortaya; herkes yaralıdır çünkü. Herkesin kanadı kolu kırıktır biraz. Bu yaralar bağlayacak bizi birbirimize. Birbirlerinin yaralarını yalayarak iyileştiren hayvanlar gibi, dilin iyileştirici işlevini yeniden keşfedeceğiz belki de.