Paramparçayız. Eskiden olsaydı parçalar birleştirilir ve aynı bütün yeniden elde edilirdi. Dionysos Titanlar tarafından parçalandığında, tanrıça Demeter parçalarını birleştirmiş ve Dionysos’u bütünleştirmişti. Zeus tarafından cezalandırılıp zincire vurulan Prometeus’un karaciğerinden bir kartal gündüz parça koparır, ciğeri gece olunca tekrar eski haline gelirdi. Döngüsel zamanlardı; parçalanma ve bütünleşme, ölüm ve yeniden doğum sürekli birbirini izlerdi.

Zümrüdüanka küllerinden yeniden doğar ya da bir ölür bin doğardık. Ama artık sürekli ölüyor ve parçalandıkça bütünden giderek uzaklaşıyoruz. Modernin çizgisel zamanlarında yaşıyoruz çünkü. Modernitede bütün tamamen yitirilmiş, geriye sadece parçalar kalmıştır. Parçalardan yeni bütünler icat edilebilir ama onlar da çok geçmeden dağılıp gidecekler. Ve modernitede, zincire vurulmuş Prometeus’un yerini, Kafka’nın Akbaba öyküsündeki, durmaksızın parçalarına ayrılan özgür birey almıştır. Akbabaya neden katlandığını sorduklarında, “Savunmasızım ben” diye yanıt verir. “Geldi, gagalamaya başladı, onu kovalamak istedim elbette, hatta boğazını sıkmaya çalıştım, ama böyle bir hayvanda muazzam bir güç vardır, nitekim hemen de yüzüme dalmaya kalktı, ben de yüzümdense ayaklarımı feda etmeyi tercih ettim. Ama paramparça olmalarına ramak kaldı” (Ekspresyonist Öyküler, İş Bankası).

***

Hep parçalanmanın eşiğindeyiz. Kapitalizmin en büyük icadı, bütünü durmadan parçalarına ayırmak ve parçalardan kendi çıkarına bütünler yaratmak, bütünler varlığını tehdit ettiğinde ya da artık işine yaramadığında tekrar parçalamaktır. Atom çekirdeğinin parçalanmasıyla açığa çıkan yıkıcı nükleer güçtür kapitalizm. Gücünü sadece ve sadece parçalamadan alır. “Niye katlanıyorsunuz” diye sorduklarında, “savunmasızız biz” diye yanıtlıyoruz. Savunmaya geçtiğimiz zamanlar da oldu; parçaların bir araya gelip toplumsal beden inşa ettikleri zamanlar. Sonunda Kafka’nın kahramanı gibi, uzuvlarımızı teker teker akbabaya kaptırdık, geriye sadece yüzlerimiz kaldı. Yüzlerinizi sosyal medyada paylaştıkça var olduğunuzu mu sanıyoruz? Yoksunuz aslında, bedenleriniz parçalandı. Parçaların kullanım hakkı sadece iktidara aittir; parçalardan Frankenstein canavarı da yaratabilir ya da parçalar, şimdi olduğu gibi yaşayan cesetler olarak kentin tüketim mekânlarını da doldurabilir.

Parçalana parçalana o kadar uzaklaştık ki birbirimizden, o kadar yabancılaştık ki birbirimize, nasıl bir araya geleceğimizi bilmiyoruz. Kentsel konutlarda 20 cm kalınlığındaki duvarlarla birbirlerinden ayrılan parçalar, konutların ortak mekânlarında karşılaştıklarında birbirlerini görmüyorlar bile. Kent, parçaların yalnız ve birbirleriyle bağlantısız bir şekilde var oldukları bir yerdir. Bir araya gelebildiğimizde, eski bütünsel güzel günlerden söz ediyoruz. Bellek tuhaf bir şey; eskinin berbat günlerini, güzel günlere dönüştürebiliyor. Eski güzel günler, bütüne boyun eğdiğimiz, bütünün içine hapsedildiğimiz günlerdi. İnsan, bütünlük uğruna tutsaklığını özler mi? Özleyebilir. Her parçalanmada can havliyle hayalimizdeki bütüne sığınıyor ve kendimizi despotik rejimler uğruna savaşırken bulabiliyoruz. Yine yeni kötü günler ve bütünselliğin hayali yine peşimizi bırakmıyor. Oysa bütünden geriye sadece uyumsuz parçalar kaldı. Ve parçaların çeşitliliği ve sayısı giderek artıyor: Göçmenler, sığınmacılar, mülteciler.

***

Bizde eksik olan, dışsallık. İçine yerleşeceğimiz bütünü yitirince, dışarı açılıp parçalarımızı birbirine teğellemek yerine sürekli içimize kaçıyor ve parçaları dikmesi için Demiurgos bekliyoruz. Platon’un Demiurgos’u parçaları birleştirerek dünyaya düzen getirmişti. Demiurgoslar, parçalarınızdan iktidarlara uygun giysiler dikebilirler ancak. Ve giysiler iktidarlara dar geldiğinde akbaba devreye girecek ve yine parçalanacaksınız: “Bir mızrak atıcısı gibi gagasını ağzımdan içime sapladı. Sırtüstü yere yıkılırken, tüm derinlikleri dolduran, tüm kıyılardan taşan kanımda umutsuzca boğulup gittiğini hissederek rahatladım” (Kafka). Durun! Rahatlamayın hemen. İktidar kanınızda boğulmaz, aksine kanla beslenir ve güçlenir. Dışarıda parçalar çoğalıyor; sökükler bizim söküklerimiz. Kendi söküklerimizi dikemediğimiz için iktidarların yanaklarından kan damlıyor.