Nereden baksan otuz yıl oldu tanışıklığımız. Dile kolay koskoca otuz yıl! Sıkılmadın mı her gün beni görmekten be adam...

Nereden baksan otuz yıl oldu tanışıklığımız. Dile kolay koskoca otuz yıl! Sıkılmadın mı her gün beni görmekten be adam?
•••
Senle tanışıklığımız sonrasındaki üç beş yılı çok net hatırlamıyorum. Flu her şey, o günlere dair. Zaten ‘darbe’yi yemişiz milletçe. Her yan toz duman, her yanı kan götürüyor oluk oluk,  her yanda asılan gencecik fidanlar! Biz senle tanışırken, onlar hayata kapatıyor ne yazık ki gözlerini.
Oldukça yaramaz bir çocukluğun vardı. Torba torba misketlerinle altını üstüne getirirdin mahallenin. Akranların o yaşlarda savaş stratejileri yapıp birbirleriyle savaş oyunları oynarken, senin en büyük savaş oyunun çitlenbik ile oluyordu. Ağzınıza doldurduğunuz çitlenbikleri ince elektrik borusunun içinden üfleyip birbirinizi vurmaya çalışırdınız çığlık çığlığa: “Hey, mahallenin tüm çocukları! Birleşin!”...
Baban elinden tutup da Beşiktaş’ın minik futbol takımının seçmelerine götürdüğünde henüz ilkokuldaydın. Bir yandan diploma müsameresine hazırlanıp evde “Cimri”ye çalışıyor, bir yandan da ileride Fener’e atacağın gollerin hayalini kuruyordun. Seçmeler sırasında Serpil Hamdi Hoca’nın “sen seçildin” anlamına gelen ifadesi ile dünyalar senin oluyordu. Sanki İnönü’de bir kupa maçında attığın son dakika golü ile Karakartal şampiyonluğa uçuyor sanırdı seni babana doğru koşarken görenler. Çok yakın tanığıyım bunların da oradan biliyorum hani... Sonra aylarca yapılan antrenmanların bir tanesinin sonunda Büyük Ali yanaşmıştı değil mi yanınıza? Sana ve arkadaşlarına, “evet gençler sizler de Beşiktaş’ın gelecekteki yıldızları olacaksınız” demişti. Sen yanılttın Ali’yi… Şımarmaya başladın, maymun iştahlılığın ilk o zamanlar ortaya çıktı, tembelliğin su yüzüne vurdu ve yıldız bir futbolcu misali antrenmanları kırmaya başladın. Nusret Hoca her geç kalışında ceza koşusu yaptırıyordu, kumlar kramponlarına doluyor, isyan edip duruyordun. Sonra… Sonra ne mi oldu? “Gitmiyorum artık” dedin ve hayalini kurduğun golleri atma şansını bir başkasına bıraktın sen.
•••
Üniversiteye varana kadar çok da kayda değer şeyler olmadı hayatında. Ufak sevdalara tutuldun tutulmasına ama öyle derinden aşkı yaşamadın sanırım. Üniversiteyi kazandığında Saros Körfezi’nde bir yandan kürek çekiyor, bir yandan da kolyoz avlıyordun. Apar topar İstanbul’a dönüp liseden bozma iki kuru binaya tav oldun.
Artık üniversiteliydin, peh! Daha adımını atar atmaz okula, gözüne çarpan kadına âşık oldun. Sevdaya tutulmak ile sevdaya tutunmak arasında gittin geldin bir süre. Yıllar sonra “demek amentüsü buymuş” deyip hâlâ daha şaşıp kaldığın kadınları bir nebze daha tanımış oldun. Tanımış oldun da ne oldu, o da ayrı ya, neyse…
Yıllar yıllar önce Sergen’in yapacağı ortalara voleyi çakacağın stada, yıllar yıllar sonra taraftar olarak müdavim oldun. Siyah-beyaz renkler, hayatın anlamı olmuştu ve sen bunu ilk günden biliyordun. Maç öncesi Şairler Parkı’nda Melih Cevdet’e bir selam ederek, “balıklar için deniz lazım / sevişmek için işsiz olmak / ve geceleri yatakta / duymamak için tabanların sızısını / zengin olmak lazım / oysa ıslık çalmak için / bir şey lazım değil" dizelerini aklına getirdin her maç öncesi ve ‘Halkın Takımı’na gönül vermiş olmanın şevkini yaşadın taa derinlerde bir yerde. Ben bunu hiçbir zaman anlayamasam da…
Sonra… Bir gün “yaa abi aramızda onca yaş var, üzülmeyelim diye mi bizimle vakit geçiriyorsun” diyen arkadaşlarınla, “hadi haftaya tatile çıkıyoruz” deyip tüm Ege’yi gezdin. Yaş farkını değil, aynı masaya oturabilme paydasını seçtin her daim. Sonra… Birçok arkadaşın, sırtını dayadığın bir sürü dostun İstanbul’u terk edip gittiler, ya. Eee sen de yapacağını yaptın ve bu köşeden hepsine ‘uzaklara mektuplar’ yazmaya başladın!
Dile kolay otuz yıl olmuş benim seni tanıyalı, senin beni tanıyalı… Bu yüzden, yazının başlığında da olduğu gibi denilebilecek tek bir şey var dostum: Gracias a la vida!