1963 yılının 11 Haziran günü, anne-babasıyla okul hakkında sohbet eden Merry adlı küçük kız çocuğu o sırada açık olan televizyon ekranında Quang Duc’u görüyor, Güney Vietnam Devlet Başkanı Diem’i protesto etmek için kendini yakan Budist rahibi… O gece bir türlü uyuyamayan çocuk, hıçkıra hıçkıra ağlayarak soruyor: “O zavallı adamcağız neden yaktı kendini? O iyi adam […]

1963 yılının 11 Haziran günü, anne-babasıyla okul hakkında sohbet eden Merry adlı küçük kız çocuğu o sırada açık olan televizyon ekranında Quang Duc’u görüyor, Güney Vietnam Devlet Başkanı Diem’i protesto etmek için kendini yakan Budist rahibi… O gece bir türlü uyuyamayan çocuk, hıçkıra hıçkıra ağlayarak soruyor: “O zavallı adamcağız neden yaktı kendini? O iyi adam ve o iyi insanlar… Hiç kimse umursamıyor mu? Kimsenin vicdanı yok mu?”

Vietnamlı rahip için hüngür ağlayan Merry’nin vicdanı, dünyaya bakışını ve politik görüşlerini etkiliyor, takvim yaprakları 1968’e yaklaşırken bu küçük kızın kendini nasıl inşa ettiğini görüyoruz: Başkan Lyndon Johnson’dan nefret ediyor. ABD’nin Vietnam’da yaptıkları konusunda hiçbir eleştirel yaklaşıma sahip olmayan ailesini beyni yıkanmış bir orta sınıf örneği olarak görüyor. Siyahilerin özgürlük ve yurttaşlık hakları mücadelesini destekliyor.

Ama biz sıkı bir savaş karşıtı olan bu genç kızın öyküsünü anneyle babanın gözünden izliyoruz. Çiftlik işleri yapan anne ve bir eldiven imalathanesinin sahibi olan baba beyaz üst-orta sınıf Amerika’nın pırıltılı sembolü gibiler. Kızları için her şeyin en iyisini istiyorlar ama nankör Merry ailesinden uzaklaşıyor, kendine çok kötü arkadaşlar ediniyor, bombalı eylemlere karışıyor. Sınıf mücadelesi diye bir şeyden bahseden bu gençlerin beyni yıkanmış, ezberledikleri klişelerden başka söz söyleyemiyorlar. Anne-baba komün hayatına katılan kızlarını uzun bir süre göremiyor ve ciddi psikolojik sıkıntılar yaşıyorlar. Anne tamamen kendini kaybediyor ama orta sınıf Amerikan babası sapasağlam kalıyor.

Sonra baba Merry’yi buluyor; büyük Hindu mezheplerinden Jain’e katılan kız, nefes alıp verirken başka canlılara zarar vereceği korkusuyla yüzünü bir maskeyle kapatarak yaşıyor, sefil bir hayat sürüyor. Baba kızını o karanlık hayattan kurtaramamanın acısıyla ölüyor.

Toplumsal olaylarda tek suçlunun ergence tepkiler veren bir genç kız olduğu American Pastoral adlı bu feci biçimde muhafazakâr film 2016 yılında yapıldı, Trump’ın başkan olmasından bir ay kadar önce gösterime girdi. İlginç olan şu ki, ‘Trump dönemi sineması’nın en âlâ örneklerinden biri ve Amerikan seçmeninin sosyo-politik durumunun yansıması olan film, Amerikan edebiyatının devlerinden Philip Roth’un 1997’de yayımlanan ve 1998’de Pulitzer Ödülü alan aynı adlı romanından uyarlanmış.
Ama roman bir yerde, film bambaşka bir yerde duruyor. Tarihselci bir bakış açısı ve ‘şiddet şiddeti doğurur’ paradigması üzerine kurulmuş romanın eleştirelliği daha adından başlıyor: Bu pastoral manzara, bu sakin, huzurlu ve müreffeh görüntü sizi aldatmasın; şu Amerikan rüyası cilasını biraz kazırsanız altından sızacak kan ve gözyaşını göreceksiniz.

Peki eleştirmenler tarafından Lyndon Johnson ve Richard Nixon hükümetleri üzerinden Reagan ve Bush politikalarına yönelik bir eleştiri olarak tanımlanan böyle bir roman, nasıl oluyor da yazıldıktan 19 yıl sonra gerici bir anlatıya dönüşebiliyor?

Trump döneminin akıl dışı yapısını inceleyen sosyal bilimcilerin anahtar kavramlarından olan ‘gerçek-sonrası’yla (post-truth) Hollywood’un işbirliği böyle bir anlatı doğuruyor işte… Bu anlatı/anlam kaymalarının Rusya ve Türkiye’den de çok sayıda örnekleri var.

Böyle olması normal tabii; Mevlana’nın dediği gibi, testinin içinde ne varsa dışına da o sızıyor. Neyse ki testiler boşaltılıp doldurulabilen şeyler…