Gecenin bir vakti önce kadın, sonra kocası uyanıyor; salonda bir tıkırtı!

Gecenin bir vakti önce kadın, sonra kocası uyanıyor; salonda bir tıkırtı! Uyku sersemliğinin üstüne binmiş adrenalin yangınıyla yataktan fırlayan Richard’ın aklına ilk gelen dolapta sakladığı babadan kalma tabanca oluyor. Silah konusunda pek deneyimli olmadığı belli; korkudan nefes nefese, elleri titreyerek, beceriksiz hareketlerle tabancaya mermileri dolduruyor. Hem de altısını birden, sanki bir orduyla karşılaşacakmış gibi! Elinde silahla yavaça salona giren Richard maskeli biriyle karşılaşıyor; yüzünü görmüyoruz ama fizyolojisi ve hareketlerinden genç olduğu belli. Richard panik halinde, tabancayı gence doğrultuyor. Ortada herhangi bir tehdit yok, sadece birbirinden korkan iki kişi var. O sırada saatin gongu vuruyor.

Zaten korkudan ne yapacağını şaşırmış durumdaki Richard gong sesiyle irkilip istemsizce tetiğe basıyor, maskeli genç oracıkta ölüyor. Sonra polisin gelişi, şerifin Richard’ı ‘nefs-i müdafaa’ üzerinden tesellisi, ilerleyen günlerde kasaba halkının cesaretinden ve ‘serseriye cezasını vermesinden’ dolayı Richard’ı kutlaması, bu arada ölen gencin hapishane kaçkını babasının tehditkâr biçimde ortaya çıkması vs. Cold in July/Temmuz Soğuğu’nun ilk 20 dakikası bu şekilde gelişiyor.

1989 yılında Teksas’ta geçen hikâyenin öyle bir kuruluşu var ki, rahatlıkla bireysel silahlanma karşıtı bir anlatı olduğunu düşünebilirsiniz. Örneğin, kendisini kutlayan insanlara karşı tavırlarından anlaşıldığı kadarıyla silahlarla hiç de olumlayıcı bir ilişkisi olmayan Richard’ın -bakışlarıyla sürekli “Ah, keşke o tabanca evde olmasaydı!..” diyor-uyku sersemliğiyle eline aldığı tabancayı hemen doldurmaya başlaması önemli bir ayrıntı; silahı boş tutup korkutma amacıyla kullanmak aklına bile gelmiyor, çünkü silah insanı tam da böyle kullanır.

Bu tür detaylar üzerine kurulan sahneleme, izleyiciyi ‘evde silah bulundurmanın muhtemel sonuçları’ üzerine düşünmeye davet ediyor. Bir de bunu ‘80ler Teksas’ına yerleştirince hikâyenin oldukça sağlam bir politik bağlama oturduğunu söylemek mümkün: Başkan Reagan’ın övünerek ‘Yıldız Savaşları’ gibi kitle imha teknolojilerinden söz ettiği, silahlanmanın hem ulusal hem de bireysel düzeyde en yüksek olduğu dönem...

Öldürmenin sayısız yolu vardır, bir meyve bıçağıyla birisini öldürebilirsiniz, işlevi bu olmadığı halde... Eğer can almaya niyetlenmişseniz bunu temel işlevi tamamen farklı birçok eşyayla yapabilirsiniz; bir kalemle, bir müzik CDsiyle, hatta bu satırları yazdığım klavyeyle!.. Silahlar söz konusu olduğundaysa işlev belli ve tektir: Bir tabancanın işlevi öldürmektir, onunla elma dilimleyemezsiniz. Tank tek bir iş için yapılmıştır; onunla şehir içinde dolaşamaz, ailenizle pikniğe gidemezsiniz. Bombardıman jetiyle isteseniz de yolcu taşıyamazsınız; onunla yapabileceğiniz tek iş vardır: Kitlesel biçimde can almak... İşte Temmuz Soğuğu da ilk 20 dakikası boyunca silahlanmanın bu yönüne işaret edermiş gibi görünüyor: Eğer evinizde bir silah varsa bir gün mutlaka patlayacak, can alacaktır.

Ama sonra öykünün akışı öyle bir değişiyor ki, toplumsal düzenin korunması için bireysel silahlanmanın şart olduğunu, bazen ‘suçlu’ bireyleri kendi olanaklarımızla cezalandırmamız gerektiğini söyleyen bir filmle baş başa kalıyoruz. 1989 Teksas’ına yönelik eleştirel(miş gibi görünen) bakış yerini feci bir ‘Vahşi Batı güzellemesi’ne bırakıyor. Spoiler vermemeye çalışarak söyleyeyim: Filmin finalinde, ailemizin güvenliğinden emin olarak rahatça uyuyabilmek için hem silahlanmamız, hem de o silahı tereddüt etmeden kullanmamız gerektiği söylemi devasa bir heykel gibi karşımıza dikiliyor.

Silahı fetişleştirerek toplumsal düzenin temeline yerleştiren bu söylem yeni değil tabii ki –hatta bu haftanın bir diğer filmi The Equalizer/Adalet de aynı ideolojinin ürünü; ABD’nin dünyaya büyük başarıyla ihraç ettiği yeni-sağcılık (eski ‘Vahşi Batı’ efsanesi) böyle bir ‘bireysel girişimciliğin’ üstünde yükseliyor, alıştık sayılır. Ama “Kendi jetimizi, tankımızı yapacağız” diye övünen insanların yönettiği bir ülkede, tam da 28 Eylül Bireysel Silahsızlanma Günü haftasında, tam da İstanbul Valiliği Sessiz Ayakkabıların Yürüyüşü eylemine ‘Taksim yasağı’ yüzünden bu sene de izin vermemişken daha da huzur bozucu, iyice rahatsız edici bir şeye dönüşüyor.