ÖDP’nin ilk yıllarında, 25 yıl kadar önce, bir toplantıya gelmişti Adalet Ağaoğlu. Yanındaki koltuğa oturdum. Kendimi tanıttım. “Ben” dedim, “kitaplarımda sadece Marx ve Lenin’den alıntı yapmıyorum, sizin sözlerinizden de alıntı yapıyorum.” Ellerimi ellerinin içine aldı, bilhassa gözleriyle gülümsedi. Onu hep o gülümseyişiyle hatırlıyorum.

‘Kuralsızlığın Hikâyeleri’ üst başlığıyla yayınlanan ‘Meğer’ adlı kitabımda (uzun adı: meğer yaptığım alıntıları kimse söylememiş hepsini ben uydurmuşum) zihnimin geri planında Adalet Ağaoğlu’nun ‘Bir Düğün Gecesi’nin unutulmaz karakteri Tezel vardı. On yıl kadar yattığım cezaevinde bu kitabı defalarca okumuştum, Tezel’i çok sevmiştim, bir sevgilim olsa diyordum, Tezel gibi... Ve Joan Baez gibi de sesi olsa diyordum Tezel’in. Ne güzel olurdu! Tezel’in sadece “intihar etmeyeceksek içelim bari” cümlesini değil hemen her sözünü seviyordum. Mesela ‘hiçliği’ tartışırken, kendimi ikna edebilmek için her seferinde Tezel’in ne dediğini hatırlamaya çalışırdım.

1989 sonlarında cezaevinden çıktığımda yaşadığım evin duvarına Joan Baez yanı sıra Tezel’in resmini de asmak istedim, ama hayali kahramanım Tezel’in resmi olmayacağından resim yerine bari kitaptan birkaç alıntı koyayım diye düşündüm.

Kitabı aradım, o yıllarda baskısı kalmamıştı. Güç bela sahaflarda buldum, heyecanla ve tutkuyla, sayfaları çevirdim, kendi kendime yıllardır zihnime kaydettiklerimden yaptığım alıntıların sahicisini aradım. Yoktu böyle bir şey! Tekrar tekrar ama tekrar tekrar okudum. Yoktu yoktu yoktu işte...
Meğer yıllardır yaptığım alıntıları Tezel söylememiş, hepsini ben uydurmuştum.

(Ve ‘Meğer’ kitabımda şöyle dedim: Kitaplardan türlü çeşitli devrim alıntıları yaparsın, bu alıntıları karşı karşıya getirir, yıllarca ve yıllarca tartışırsın, sonra bir alıntıda karar kılarsın ve sonra döner, kitaplara yine bakarsın, ama yaptığın alıntı yoktur, kimse söylememiştir, sen uydurmuşsundur. İşte devrimcilik budur.)

“İntihar etmeyeceksek yaşayalım bari!”

Adalet Ağaoğlu bana kimi zaman ‘değişmeyeni’ görebilmenin önemini de öğretmişti. Değişim karşı konulabilecek bir güç değil elbette. Ve hiç bir konuda. Ve hiç bir boyutta. Ama... ama Adalet Ağaoğlu’nun ‘Yaz Sonu’nda dediği gibi, her insan her büyük değişim içinde bile bazı küçük değişmezlikleri saklı tutmayı ister: “Evler değişmeli, ama eşyalar tuzluklar yerli yerinde durmalıdır.” Kimi zaman ‘değişmeme’yi de arzulayabilmeliyiz... Kendi iç dünyamızda, bırakalım, bir şeyler de değişmeden kalabilsin; ‘zata mahsus’ ve kimse bilmesin, öyle değil mi? Ya da herkes bilsin hiç ama hiç değiştirilemeyecek, küçük değil en önemli yönümüzü: Bizler sosyalistiz, bizler devrimciyiz, bizleri değiştiremezsiniz, bizler ancak kendi bilincimizde ve vicdanımızda değişebiliriz.

Ve Adalet Ağaoğlu, bilinçten ve vicdandan, yani devrimcilik tercihinden kaçamayacağımızı da basit bir cümlesiyle bana hiç unutturmamıştı. Çünkü Adalet Ağaoğlu’nun ‘Üç Beş Kişi’de söylediği gibi, “bir gün hiç almamış gibi yapamayacağın bir telgraf” almışçasına, bildiğini bilmiyormuş gibi yapmak elinde değildir; yaşamak soluk alıp vermenin ötesindeki anlamıyla, vicdanın (eline tutuşturulmuş olduğundan dolayı, artık ne yapsan almamış gibi yapamayacağın telgrafın) artık senin ‘kader’in (mutlu olabilmenin, kendini hoşnut kılabilmenin yegâne seçeneği) olmuştur. Çünkü bir sosyalist, bir devrimci bilincinden kaçamaz, bildiğini bilmemiş gibi yapamaz, yapabileceğini yapamazmış gibi duramaz, çünkü vicdanı bilincini hep tedirgin eder, düşünmemek ve eylememek elinde değildir.

Güle güle Adalet Hanım, biz senin kızın Tezel ile her gece bir Düğün’e gideceğiz. Elbette intihar filan etmeyeceğiz, mutlaka direnerek yaşayacağız!