“Taş başına çıkarım / Köy ateşi yakarım / Sizin gibi adamları / Çamurdan da yaparım.”

Tam da Afrodit’in, Kibele’nin, İştar’ın, Lilit’in ağzına yakışan bu türküyü Filiz Bingölçe’nin belgeseli Kadın İş Türküleri’nde (2010) Burdur’dan bir köylü kadın söylüyor. Bu tarlada çalışan bir kadının yakınması değil, hem kendini hem de toplumsal alanı var edebilme gücüne sahip emekçi bir bireyin ifadesidir; ne yazık ki gündelik yaşam pratiklerinde ‘sadece bir türkü’ olmanın ötesine geçmesine izin verilmeyen bir ifade… “Kadın emekçi-erkek emekçi diye bir şey olmaz! Emekçi emekçidir!” diyebilmek çok güzel olurdu ama ne yazık ki sömürüde bile cinsiyet ayrımı yapılıyor.

Emekçi kadının bizzat emekçi erkek (baba/kardeş/koca) tarafından sömürüldüğü bir alt-sömürü düzeni var. Bu bariz gerçek, küresel kapitalizmin ideolojik aygıtları kullanılarak görünmezleştiriliyor. Erillik şemsiyesi altında ‘korunan’ ve kutsallaştırılan aile, eğitim ve din kurumlarının oluşturduğu bu ideolojik aygıtların uyumlu biçimde işleyişini sağlayan ise dizileriyle, reklamlarıyla, yarışma programlarıyla, filmleriyle kitle kültürü endüstrisi.

Son günlerin çok konuşulan yapımlarından olan Marriage Story/Evlilik Hikayesi gibi filmler de bu nedenle özel ilgiyi hak ediyor. Baştan sona bir boşanma sürecini anlatmasına rağmen tuhaf bir şekilde ‘evlilik hikayesi’ diye adlandırılan film sanki kadınla erkeği eşitlikçi bir düzlemde ele alacakmış gibi görünüyor ama sonra feci bir sağ yumruk patlatıyor!

‘Tiyatro yönetmeni adam ve tiyatro oyuncusu kadının güzel bir çocukla taçlandırdığı mutlu aile yuvası’ dağılıyor, bunun neredeyse tek suçlusu da kadın. Aslında adam kadını aldatmış ama anlatı yapısının öyle bir kuruluşu var ki bu en önemsiz unsurlardan biri haline geliyor. 2500 yıllık tragedya geleneğinin uygun biçimde bir ‘iyi’ ile bir ‘o kadar iyi olmayan’ yaratılıyor. Filmin protagonistinin (çileler çeken, fedakarlıklar yapan baş kahraman) açıkça erkek olduğu anlatıda tüm olumsuzluklar kadının eylemlerinden kaynaklanıyor: 1) Evlilik terapisi sırasında erkek ‘aile’yi kurtarmak için çaba sarf ederken kadın işbirliğinden kaçınıyor. 2) Kadın kendi oyunculuk kariyeri için çocuğunu da yanına alıp ‘kısa bir süreliğine’ gibi göstererek Los Angeles’taki ailesinin yanına taşınarak aileyi parçalıyor. 3) Karı-koca bu işi avukatsız çözme konusunda anlaşmışken kadın erkeği soyup soğana çevirecek vahşi bir ‘kadın’ avukata başvuruyor. 4) Kadın ‘aile’ için kılını bile kıpırdatmazken, kayınvalidesi ve baldızı başta olmak üzere herkes tarafından çok sevilen erkek, kendi çalışmalarını ve kariyerini sıkıntıya sokma pahasına her hafta New York-Los Angeles arasında gidip geliyor.

Ama bence asıl mesele filmin kendi başına var olmak isteyen bir kadının karşısına ‘aile’ ve ‘iyi niyetli erkek’ tanımlarını koyması değil, 100 filmden 99’u bunu yapıyor zaten. Bence asıl mesele, entelektüel çevrelerin bu filmi sahiplenmesi… Bunda karakterlerin tiyatrocu entelektüeller olmasının da etkisi vardır muhakkak, ama yine de bu ‘eril şemsiye altındaki aile’ anlatısına bu kadar prim verilmesi üzücü geliyor bana.

Filiz Bingölçe’nin belgeselindeki Rizeli dokuma işçisinin türküsünde bile bu toplumsal kurumlara karşı daha gerçekçi bir yaklaşım var: “Peştamal tezgahında / Canım çıkayi canım / Gideceğim kocaya / Oturacağım hanım / Kız babanın evinde / Ötersin bülbül gibi / Sevdiğinin peşine / Gidersin maymun gibi / Peştamal tezgahında / Çok iyidir rahatım / Ben bekar duracağım / Evlenip olmam maymun.”