Avrupa’nın ilk büyük biyoloğu Makedonyalı Aristoteles (M.Ö. 384-322), değişen toplumun sorunlarını araştırmayı olanaklı kılan yöntemiyle siyaset bilimini kurmuş öğretmeni Platon’a karşı çıkmayı başaran iyi bir öğrenciydi

Thales’ten Rönesans'a

“Evrenin ilk maddesi nedir?” Miletoslu Thales (M.Ö. 624-546) bu soruyla başlattı, o günlerde bilim anlamına da gelen yeni bir düşünüş biçimini, felsefeyi. İnsanın bu soruyla insan olmaya başladığını söylesem, itiraz edileceğini sanmam. Yine de, Yunan mitlerinin çoğunu yazıya geçiren, böylelikle mitsel dünya anlayışının, yaşamı açıklamaya yönelik tanrısal anlatıların tartışılmasını olanaklı kılan Homeros ve Hesiodos’a haksızlık olmaz mı bu? Ya da, ilk antik uygarlıkların en başkası, nedeni tam olarak bilinmeyen biçimde (Sular altında kalan bir yanardağ kraterinin yarısı olan Santorini adasının, eski adıyla Thera’nın patlamasıyla mı?) M.Ö. 15. yüzyılın ortalarında yok olup giden, kentlerini surlarla çevirmemiş barışçı Girit’in insanlarına? Peki ya M.Ö. 14. ile 10. yüzyıllar arasında geniş anlamıyla Suriye’de hecelere dayalı karmaşık yazıların basitleştirilmesiyle gerçekleştirilen alfabe devriminin hiç mi payı yok Thales’in sorduğu soruda?


Thales’in yanıtı “Su” idi, her şeyin özü su. Miletoslu Anaksimandros suyu sıradan bulmuş olmalı ki ilk maddenin belirsiz bir şey olması gerektiğini söyledi, Miletoslu Anaksimenes de her şeyin özünün hava olduğunu. Hepsi de, doğadaki hareketin yasasını arıyordu, tıpkı yüzlerce yıl sonranın Marx’ı gibi. Hareketin yasasını ararken paylaştıkları düşünce, değişimin ardında maddenin yattığıydı. Şiirden söz ederken, “Elimizde anlam yüklü, düşünce yüklü sesler yani sözcükler var ama her şey nesnelerle, nesnel gerçeklikle, dünyayla başlıyor” demiştim. Her şey maddeyle başlıyor, somut dünyanın somut devinimiyle.

Bir toplumsal devrim çağında yaşayan Herakleitos (M.Ö. 540-480) “Her şey akar” diyerek değişim düşüncesini-değişen dünyayı keşfederken, cüretkâr bir atılım daha yapıp mitlerin tanrılarının karşısına ‘logos’u koydu, her şeyi denetleyen evrensel mantık ya da doğa yasasını. (Karl Popper, ‘Açık Toplum ve Düşmanları’nda, Efes rahip-kralları soyundan gelen filozofun değişimi doğa yasasına bağlamasını değişim düşüncesine karşı bilinçdışı bir direnmeyi bastırma çabası sayarak şöyle der: “Bu inançta, çoğu tarihselcilerin karakteristiği olan bir tavırla karşılaşıyoruz. Sanki durulmuş bir dünyayı yitirmenin üzüntüsünü, değişimi değişmeyen bir yasanın yönettiği görüşüne yapışarak dindiriyorlar.”)

Herakleitos logostan söz etmişken, Sokrates’in (M.Ö. 470-399) onu evrensel mantık olma konumundan bireysel boyuta taşımasına, bilgimizin temelinin ne olduğu sorusuna “Bilginin temeli insan mantığıdır, akıldır” diyebilmesine şaşmamalı. Bir kez bu noktaya varan, aklın doğruyu yanlıştan ayırma yetisini de tespit eder. (Bunları yazarken, kitaplığımın sol köşesinde duran bilgelik simgesi baykuş bana bakıyor gibi geldi; yanı başındaki Akropolis kartpostalı, tapınaklar arasında insanlarla konuşarak yürüyen Sokrates’le birlikte, eteklerindeki Dionysos tiyatrosundan yükselen sesleri getiriverdi odama.)

Platon (M.Ö. 427-347), duyumlanabilir her şeyin değişmeye yazgılı olduğu fikrini kabul ederek Herakleitos’la kısmen uzlaşırken, her yerde geçerli olup değişmeyeni arayan öğretmeni Sokrates’in “Adalet nedir, bilgelik nedir, doğru nedir?” türü sorularından hareketle de sürekli değiştikleri için tanımlanamayan şeylerin saklı gerçeklerine-doğalarına-özlerine-hikmetlerine-form ya da idealarına ulaşmanın bilimsel yöntemini buldu (Sanskritçedeki ‘vidya’nın Yunancada ‘idé’, Latincede ‘video’ olduğunu, İngilizcedeki ‘wisdom’ -bilgelik- sözcüğünün buradan geldiğini, demek ki görmenin ekrana boş boş bakma anlamında yorumlanışı öncesinde sezgiyle edinilmiş bilgiye gönderme yapan çok eski bir tarihi olduğunu Jostein Gaarder ne güzel anlatır ‘Sofi’nin Dünyası’nda)

Avrupa’nın ilk büyük biyoloğu Makedonyalı Aristoteles (M.Ö. 384-322), değişen toplumun sorunlarını araştırmayı olanaklı kılan yöntemiyle siyaset bilimini kurmuş öğretmeni Platon’a karşı çıkmayı başaran iyi bir öğrenciydi. Doğada gördüklerimiz ruhumuzdaki ideaların yansıması değil, ruhumuzdakiler doğanın yansımasıydı, aslolan dünyaydı ona göre, ezelden beri bir yerlerde kazılı fikirler yoktu, duyularımızın yarattığı aklımız vardı.

Ortaçağ başında Platon’un, geç Ortaçağ’da da (1200’ler) Aristoteles’in Hıristiyanlaştırılması insan düşüncesinde pek heyecan verici gelişmeler sayılmaz. Bin yıldan uzun süre göklere baktıktan sonra yeniden insana dönmenin, ona inanmanın, insan olma çabasına yeniden cesaret etmenin güzelliğiyle 1300’lerin sonlarında başlayan Rönesans ise, bugün içine düştüğümüz çukuru anlayıp aşmanın anahtarını saklıyor. Anadolu’da sorulmuş “Evrenin ilk maddesi nedir?” sorusuyla başlayan yolculukta pusula, barut ve matbaayla yaşanan ikinci ‘büyük patlama’yı ıskalayışımızın ağır faturasını çocuklarımızın ödemesini istemiyorsak, temelden başlayarak düşünmeyi küçümsemeyecek, dört yanımızı kuşatmış karanlıktan öyle bir düşünme sürecinin sonunda gerçekleşecek eylemle çıkacağız.