Şimdilerde daha zor belki ama, müziğe değer vermek, müziği sahiplenmek, onunla hayatınızı anlamlandırmak,  güçlü bir bağ kurmak çok özel bir şey

The Bends 20 yaşında The Bense 33

Kulağımda ahize, telefonun karşı tarafta çaldığını duyuyorum. Bir kere, bir kere daha. Şimdiye kadar çoktan açmış olmalıydılar. Kaç saniye geçti? Ne kadar da uzun sürdü böyle? Kalbim çarpıntıyla atıyor. Daha üniversiteye yeni başladığım o yıl, büyük bir hevesle uzattığım saçlarım gözümün önüne düşüyor. Bense, kafam eğik, saçlarımın arasından masanın üzerindeki telefona bakıp, “Acaba kapatıp yeniden mi arasam” diye düşünüyorum. Tahmin ettiğimden çok daha uzun sürdü galiba. Sonunda ahizenin öteki ucundaki o sesi duyuyorum; “Blue Jean” diye açıyor. Tam 15 sene geçmiş. Şimdi düşünürken bile biraz ürperiyorum. “Radiohead’in Selanik’teki konserine davetiye için aramıştım” diyorum. “Acaba saat 17:00’de arayan ilk iki kişiden biri olamadım mı?” korkusuyla. “Tabii” diyor ve Radiohead’in single’larından birini soruyor bana. Verdiğim cevaba “Maalesef yanlış” diyor, o ses. “Bir dakika” diyorum şaşkınlıkla. “Siz yanlış biliyorsunuz” diye ısrar ediyorum. Telefon numaramı alıyorlar. Aradan 10 dakika geçtikten sonra geri aranıyorum. “Evet, sizin dediğiniz doğruymuş” diyorlar. Mutluktan uçuyorum. “Ama maalesef birinci yedeksiniz” diyorlar. Kanatlarım eriyor Ikarus’unkiler gibi, yere çakılıyorum. Konsere gidecek param yok. Üzülüyorum.

Her şeyin nasıl başladığını anlatayım size önce. Daimi, tükenmez bir şehvetti bu. Şimdilerde benzerini pek de hissedemediğimiz türden. Bir gruba, bir müzisyene, bir albüme tutkuyla bağlanmak artık nadiren gerçekleşen, belki de yaşamayı çoktan unuttuğumuz bir hadise. Çarçabuk dikkatlerin dağıldığı, büyük aşklardan da, hayran olunan şeylerden de bir rüyadan uyanırcasına kolayca uzaklaşılabilen bu şıpsevdiler devrinde kültürle, müzikle ilişkimiz de ivedilik üzerine kurulu. Şarkıların sonuna gelmeliyiz hemen. İleri sarmalıyız. Geçmeliyiz. Bir yenisine. Bir başkasına. Radiohead’i ‘The Bends’le tanıdığım dönemde, müzik dinlerken zamanın ilerlemesini değil durmasını, şarkıların bitmesini değil devam etmesini dilerdik. 20 sene önce bu hafta yayınlanmış ‘The Bends’. Bu vesileyle yeniden dinlediğimde anımsadım; onların aracılığıyla ne kadar çok keşif yaptığımı. Şarkıların satır aralarında, albüm kitapçıklarında, röportajlarında bahsettikleri, gönderme yaptıkları nice yazarı, yönetmeni, müzisyeni ilgiyle takip ettim yıllarca. Kimi zaman Tristan Tzara gibi fazlasıyla ‘marjinal’ bir yazarla tanışmamı, kimi zaman da Naomi Klein gibi aşırı etkileyici muhalif bir gazeteciyi keşfetmemi sağladılar. Bu ikisi gibi onlarca ismi, belki yüzlercesini Radiohead’le geçirdiğim vakit sayesinde tanıdım. İleri sarmadığım için. Sadece onları mı? Değil.

Bir yaz akşamı, yolunu gözlediğim otobüs geldi. İnönü Stadı’nın önünde (…yıllar sonra bir Haziran gecesinde nefes alamayıp yere yığıldığım noktada...) benim gibi bekleyen, yaklaşık 50-60 kişilik bir grup var. (Sahi, kimler vardı acaba o grupta?) Discman’imde de, o dönem uzun yolcuklara çıkmadan önce dinlemeyi adet edindiğim Killer Cars (The Bends B-side’ı) dönüyor. Yavaş yavaş otobüse doğru ilerledim. Kimseyi, bir kişiyi bile tanımıyorum. Bindim otobüse, çekine çekine arkalara yürüyorum. Benim gibi yalnız olduğunu hissettiğim bir arkadaşa “Yanınız boş mu” dedim. Tanıştık. Birkaç yıl sonra Sakin diye bir grup kurdu o çocuk. Özdemir Dereli. Beni yıllar sonra grup arkadaşlarıyla, Onur’la, Soner’le, Cenker’le tanıştırdı. Yakın arkadaşlarım oldular. Otobüs yoluna çalan ‘shoegazer’ şarkılarıyla devam etti. Vardık Selanik’e. Annemden yalvar yakar, “Bütün yaz hiç harçlık istemeyeceğim” diye kopardığım, toplam 200 dolarla gidebildiğim Selanik’e. Konserden, Radiohead konserinden bir akşam önce kaldırımda otururken Hakan Tamar’la tanıştım. Memleketin o efsanevi DJ’i. O da yakın arkadaşım oldu. Nice insanla tanıştım. Çok güzel insanlarla. Şimdi fark ediyorum da, Radiohead ve pek tabii ‘The Bends’ sadece müzikle, kültürle ilişkimi değil, insanlarla ilişkimi de ciddi şekilde etkilemiş. Elbette bunu 18 yaşında olduğum o dönemde kolaylıkla ifade edemezdim. Galiba bu yüzden, konserden önce kulisin önünde beklerken, beş-altı metre önümden Radiohead geçtiğinde sadece “Thom!” diye bağırabildim. Dönüp bana baktığında da yıllardır güldüğüm son cümlemi haykırdım; “We love you!”. El salladı. Bundan 15 sene önce…

Şimdilerde daha zor belki ama, müziğe değer vermek, müziği sahiplenmek, onunla hayatınızı anlamlandırmak, güçlü bir bağ kurmak çok özel bir şey. O kurduğunuz bağa dair şeyler, bir albüm, The Bends mesela uzun zaman sonra karşınıza tekrardan çıkınca bunun ne kadar özel bir his olduğunu anımsıyorsunuz. Sözün özü, sevdiğiniz albümleri hemen terk etmeyin. Yanlarında uzun süre kalın. Nice yıllara The Bends.

Not: Yıllar sonra ortaya çıktı ki, o dönem Blue Jean’den Selanik Radiohead turu kazanan iki asil talihliden biri vize alamayıp tura katılamamış. Yani anlayacağınız, birinci yedek olarak Blue Jean’in beni çağırması gerekiyordu. Ancak Blue Jean kendi yazarı olan Ayhan Abayhan’ı Selanik’e göndermiş! Teessüf ederim Blue Jean! Iban yolladım, 200 dolar yatırırsın Blue Jean.