Filmi izleyenlerin aslında tek yapması gereken, sunulmuş karelerde itinayla gezinmek

The Party

ALEV KARADUMAN - karadumanalev@gmail.com

“İyi niyetli ve korkunç sakar bir adamın hikayesi. İlk defa komedinin, beni bu kadar yorduğunu, bana acı geldiğini gördüm. Böyle bir insan ne yapabilir? Ya bütün hayatınca, kendinin ne olduğunu bildiği için hiç kıpırdamadan, tırnağını bile oynatmadan bir köşede oturur; ya da –Peter Sellers- gibi bir kere başlayınca tutamaz kendini artık. Peki bu adam ne yapsın? Benim yaptığım gibi, yıllarca yaşamasın mı?” Bu haftanın NECO’su, Black Edwards ve Peter Sellers ortak yapımı, Sellers’ın belki de en iyi filmi için böyle yazıyor Oğuz Atay günlüğüne. Simpson’lardan Yeşilçam komedilerine kadar birçok filme ilham kaynağı olmuş The Party, dünya döndükçe orada duruyor, izlemeyenlere kendini izlettirip, izleyenlere tekrar izlettiriyor veyahut akıllarından hiç çıkmıyor. Peki neden? Hmm, düşün, düşün, belki de şu sebeplerden…

Hindistan’daki Hollywood setlerinde figuranlık yapan bir Hindu olan Hrundi V Bakshi’nin, korkunç oyunculuğu ve sakarlığı sebebiyle çalıştığı filmin setini dinamikle havaya uçurduktan sonra, stüdyo sorumlusunun evinde verdiği süper elit partiye yanlışlıkla davet edilmesi ile başlıyor her şey. Bakshi’nin partiye davet almadan önce evinde sessiz ve içli sitar çalıyor oluşu; onun biraz sanatçı haylice hassas, biraz yalnız bayağı da kendi başına bir insan olduğunun, bu haliyle mutlu mesutluğunun ilk işaretleri aslında. Daha sonrası kimsenin birbirini aslında dinlemediği, şatafatın ve şaşanın havada uçuştuğu yemekli partide, kültürel ayrılıkların da etkisiyle Bakski’nin tek başına kalışı, bir türlü içlerine karışamayışı, bu yalnızlığı sakarlıklar ve şanssızlıklar silsilesi ile eline yüzüne ballandırdığı bir komedi.

Filmi izleyenlerin aslında tek yapması gereken, sunulmuş karelerde itinayla gezinmek. Gezindikçe abzürtlük ve çatışma daha da gözle görünür hale gelir ya, zaten bu durum bir nevi filmin olma biçimidir; Peter Sellers kendisine kurulmuş sette gezindikçe fark eder, ettirir. Etrafını merak eden, anlamaya çalışan birinin yapabildiği tek şeyi yapar Bakshi, neredeyse evin içinde ayrı bir ev büyüklüğünde boy gösteren kuş kafesini inceler, papağanları besler, mikrofonlara konuşur, tuşlara basar, görür şaşırır, kimsenin görmediğine şaşırır, kimsenin şaşırmadığına şaşırır! Ha bir garson vardır bir tek; görülmeyeni görür, yenmeyini yer, içilmeyeni herkesten güzel içer(!) Bakshi, geleneklerine bağlı bir Hindu üstelik. Partideki bir kodomanın “Sen kim olduğunu zannediyorsun?” azarına, yerli kalabilmenin masumaneliğiyle “Biz Hindistan’da kendimizi bir şey zannetmeyiz, kendimizin ne olduğunu biliriz” diye cevap verir. Dünyayı olduğu gibi görebilmenin, öteki olmanın güzelliğindeki coşkunun, tek kalmanın komedisinin en epik dile gelişidir The Party. Çünkü burada her şey yozlaşmıştır. Büyük göbekler güzel gögüsler tavlayıp, büyük ve güzel yetenekler avlayabileceklerini düşünürler. Belki yaparlar da, ne belkisi çoğunlukla yaparlar da, görmenin hissetmenin yaşamanın parıltısını ve sahiciliğini hiçbir zaman sarhoş garsonumuz ve sakar figuranımız kadar taşıyamazlar.

Tüm o can sıkıntısına ve uyumsuzluğuna rağmen partiyi terk etmez Bakshi. E böyledir çünkü; burası, oralar, her yer… Çünkü dünya yine dünyaya açılır, başka bir yere gitmek ise ancak kalıp da kendin olabilmekle mümkün kılınır. Gerçeği, etrafımızda olup biten her şeyi ya görmezden gelip ya da istedikleri gibi yaşayıp sürdürenlere, sadece bir geceliğine gözlerine sokmanın güzelliğidir The Party’deki tatmin. Fillerle dans edip papağanlarla konuşmanın, sonunda birbirine dokunmanın, en küçük sandalyede oturup en garip otomobili kullanmanın, en tatlı kızla sabah partiden ayrılmanın, bir kadehle sarhoş olmanın, şişelerce içkiyle daha çok sarhoş olmanın, jazz’ın ya da 60’ların, sitarın borozanın… Tadının anlaşıldığı filmdir The Party.