“The Post” kanımca vasat, bakış açısı son derece sınırlı, kahramanları derinlikten yoksun, zaman zaman sıkıcılaşan bir film

The Post: Devlet  ve Gazetecilik

1970’lerin kapitalist devletleri bugüne kıyasla ne kadar acemi, ne kadar beceriksizmiş. Kapitalist devlet, 80’lerden başlayarak yönetme becerisini olağanüstü geliştirdi. Amerika Birleşik Devletleri bu yeni devlet modelinin ağababası elbette.

Vietnam Savaşı (Vietnamlılara göre Amerikan Savaşı) sırasında, gazeteciler Vietnam’a gidebiliyor, oradan görece bağımsız haber sağlayabiliyorlardı. Vietnam Savaşı sırasında sıradan Amerikan vatandaşları, savaşa gönderiliyordu. Savaş her aile için bir falaketin kapısını aralıyordu. Bugün öyle mi? Bir defa ordu profesyonel. Vatandaşlık almak ya da üniversite eğitimi için para biriktirmek isteyen yoksul gençler “gönüllü” olarak orduya başvuruyorlar ve profesyonel asker oluyorlar. Bunun da ötesinde sonradan adını değiştiren Blackwater benzeri özel paralı asker şirketleri türedi. Askerlik zorunlu olmaktan çıkınca, savaşa kendi gidene kimse ağlamamaya başladı. Gidenlerin başka mecburiyetlerden orada olması o kadar üzücü bulunmadı.

Gazeteciler de öyle kendi istedikleri gibi dolaşamaz oldular. “Embedded” denilen gazetecilik çıktı. Amerikan birliklerinden birine iliştiriliyor ve o sınırlar içinde hareket edebiliyordu gazeteciler. Hepsi değil tabii, sadece izin alanlar. Böylece Irak’ta milyonların yaşadığı sefalet, trajedi kimsenin umurunda olmadı.

Aslında Vietnam’da da o kadar umurlarında değildi. Asıl önemli olan “bizim çocukların” başlarına ne geldiğiydi. Vietnam Savaşı uzadıkça uzadı, ölen, yaralanan, savaş travmasının ardından ruhsal sağlığını yitiren onbinlerce Amerikan genci elbette ilgilendiriyordu herkesi, başta da ailelerini. Spielberg’in “The Post” filminde de asıl sorunun Vietnamlılara neler yapıldığı, Amerikan’ın neden başka bir ülkenin topraklarına gidip savaş açtığı ve milyonlarca Vietnamlıyı öldürdüğü, sakat bıraktığı, Vietnam toprağını “agent orange” gibi kimyasallarla zehirlediği değil. Sorun öncelikle savaşın kazanılamaması ve kazanılamayacak olduğu bilindiği halde sürdürülmesi ve Amerikalı gençlerin bu uğurda harcanması. Filmin ahlaki sorunu bu dar çerçeveye hapis. İdeolojik perspektif, kapitalist saldırganlığı sorgulamak değil de sistem içindeki “kahramanları” ve “kötüleri” ayırmak olunca ortaya, “The Post” çıkıyor. Nihayetinde bir zamanların Amerikan sistemine bir övgüden başka bir şey değil “The Post”. Kazanan yine Amerika oluyor.

Filmin adı Washington Post gazetesinden geliyor. 1970’lerde gazete henüz yerel nitelikte, New York Times’la kıyaslanabilecek güçte değil. Üstüne üstlük sahibi de bir kadın! Bir kadının o yıllarda gazete yönetmesi düşünülecek şey değil ama önce babası sonra da kocası ölünce, Meryl Streep’in canlandırdığı Kay Graham’a düşüyor yöneticilik. Erkek egemen sistemi haklı olarak sorgulayan film, bir gazetenin çalışanlarınca değil de açıkça bu işe hazır olmayan babasının kızınca yönetilmesini sorgulamıyor. Özel mülkiyetin kutsallığına halel getirmiyor.

New York Times, savunma bakanı McNamara’nın geleceğe kalsın diye hazırlattığı Vietnam Savaşı raporlarını, ele geçirip yayımlamaya başlıyor ama gazeteye mahkeme kararıyla yayın yasağı getiriliyor. Aynı raporlar The Washington Post’un da eline geçiyor. Yasağa rağmen raporları yayımlayıp, hapse girmeyi göze almalı mı almamalı mı? Mesele bu.

İyiler kazanıyor diyeceğim ama bu ne biçim kazanmaksa, kendisini geliştiren ve artık daha az engelle karşılaşarak yöneten kapitalist devlet oldu. Gazeteler ise artık eskisi kadar önemli değiller. Hiçbir şey ortalığı sallamıyor, hiçbir skandal başkan devirmiyor. Devirseydi Assange’lar, Snowden’ler bugün fareler gibi yaşıyor olmazlardı.

Yine de dönemin “cesur” gazetecilerine şapka çıkaralım! Yaptıkları iş cesaret istiyordu. “The Post” kanımca vasat, bakış açısı son derece sınırlı, kahramanları derinlikten yoksun, zaman zaman sıkıcılaşan bir film. Ama seyre değer yine de. Washington Post’a gelince, düzenli okumuyorum ama sahibinin sesi tarzı bir gazete işte, yani kapitalist sınıfın gazetesi. O sınıf içinde tercihleri olabilir ama bu tercihler Amerikan çıkarlarını tehdit etmez, edemez.

***

Morrissey: Faşist ve Yetenekli

Morrissey en son İstanbul konserine “How Soon Is Now”la başlamıştı Açık Hava’da. Arkalarda oturuyordum ve şarkıyı ne kadar özlediğimi, ne kadar sevdiğimi hatırlamak büyük mutluluktu. Sonra önlere geçtim ve o zamana kadar görmediğim, okuyamadığım şeyi gördüm, okudum. Midem bulandı. Keyfim tamamen kaçtı. Morrissey grubunun üyelerine “Assad is Shit” yazılı t-shirt’ler giydirmişti. Yani “Esad boktur”. Esad’ın matah biri olmadığı, kanlı bir diktatör olduğu açık. Açık da karşısında o sıralar hızla palazlanmakta olan IŞİD vardı. Yıl 2012’ydi. Her açıdan çirkindi bu yaptığı. Grup üyelerini billboard olarak kullanmaktan başlar, Suriye üzerindeki oyunlara duyarsız olmaya kadar gider bu çirkinlik.

Ama Morrissey her zaman mide bulandırıcı bir adam oldu. Pop tarihinin en büyük gruplarından birinin, The Smiths’in kurucusu olmak, şahane şarkılar yazmak, yalnızın, mutsuzun halinden anlamak gibi yeteneklerinin yanı sıra Morrissey bir faşistti ve faşist kaldı. İrlanda kökenli olmasına rağmen, en hızlı İngiliz milliyetçisinden daha İngilizdi. Filmin adı da onu söylüyor ya: İngiltere Benim.

İngiltere’nin faşizan partisi UKIP’in başına istediği İslamofobik aday seçilemedi diye karalar bağlayan oydu. Çinlilere insan altı bir tür diyen oydu. Bengalliler evinde kalsın, İngiltere’ye gelmesin diyen oydu. Filmi seyredenler, eğer daha önceden bilgi sahibi değillerse anlayamazlar ama Morrissey çocuk düşmanıydı da. Filmde Morrissey’in “Moors Murders” adlı kitapla haşır neşir olduğunu görürüz. Kitap moors denilen bölgede öldürdükleri çocukları gömen Brady ve Hindley adlı çifte dairdi. Ve bir Smiths şarkısına (Suffer Little Children) da girecekti “take me to the moors” sözleri. Şarkının sözleri muğlaktı, çocuklar için acı çeken biri tarafından mı yazılmıştı acaba? Ama yüzlerce çocuğu taciz eden Jimmy Saville’i savunması (“1970’lerde 14 yaşında çocuklarla yatan herkesi bugünün bakış açısıyla yargılayıp hapse atacaksak, demir parmaklıklar yetmez”) Morrissey’in aklında ne olduğunu gösteriyor bence.

Morrissey, gelmiş geçmiş en iyi punk topluluklarından olan ve politik olarak solda yer alan The Clash’i de filmde küçümsüyor. Sex Pistols’a arkasını dönüyor konserde. Reggae ve dans müziği geri zekalılar için Morrissey’e göre. Kendisinden başkasını tanımıyor divamız.

İngiltere Benim, sadece ve sadece konuya aşiana olanlara yeni birkaç şey söyleyen bir film. Morrissey üzerine bunları söylemeden edemedim.

***

Golden Globes: Sürü ve Birey

Golden Globes Ödül Töreni’nde herkes cinsel tacizi protesto için siyah giyindi. Çocukluğunda cinsel tacize uğramış biri olarak bu protesto dalgasının arkasındayım. Elbette bu dalgadan şöhret için yararlananlar da oluyordur.

Fakat rahatsız edici bir şey var, o da kimsenin birey olmaya cesaret edememesi. Bugüne kadar aklınız, onurunuz neredeydi? Ancak sürü halinde davranırsanız mı kendinizi güvende hissediyorsunuz? Bu kadar ünlü ve “güçlü”sünüz de yapabildiğiniz hep beraber susmak ve hep beraber konuşmak mı? Ödül töreninin ardından protesto edilme sırası Woody Allen’a geldi. Yazılarımı okuyanlar bilirler, Allen’ın her filminin kendi çirkin davranışlarını meşrulaştırma girişiminin parçaları olduğunu yazarım yıllardır. Allen’ın bu kadar suçlu olduğunu mahkeme dosyalarını okuduğumda anlamıştım. O dosyalar yıllardır ortada. Ama buna rağmen bütün A sınıfı oyuncular Woody Allen filmlerinde oynamak için sıraya girerler, oynarlar da. Woody Allen’ın küçücükken taciz ettiği Dylan Farrow, yanar yakılır ama kimse sesini duymaz. Mia Farrow elinden geleni yapar ama kimse duymaz. Duyar da duymazlıktan gelir... di.

Şimdi dalga döndü. Sürü, yön değiştirdi. Dün Greta Gerwig “bugün bildiklerimi, dün bilseydim Woody Allen’ın “Roma’ya Sevgilerle” filminde oynamazdım demiş. Niye bilmiyordun ki? Çok mu meşguldün de, mahkeme tutanaklarını okumadın? Mira Sorvino da Dylan Farrow’a güzel bir mektup yazmış: “Seni, kendi koruması altındaki kırılgan bir çocukken yaraladığını söylediğin birinin, tekrar ve tekrar yüceltilmesini, ben ve benim gibi sayısız Hollywood mensubu tarafından övülmesini ve görmezden gelinmeni izlerken nasıl ve neler düşündüğünü hayal etmeye başlayamıyorum bile”, demiş. Çok güzel de, neden bugüne kadar bekledin Mira? Geç gelen özür, özür olur mu? Sürünün harekete geçmesi mi gerekiyordu, küçük bir kız çocuğunu taciz eden yönetmeni dışlaman için?

Bütün bunların benim yaşadıklarımla da ilgisi var. Küçükken yaşlı bir eşcinselin tacizine uğradığımda, o dönemde yazın Yalova’da kaldığımız Devlet Üretme Çiftliği Kampı mensupları, olayı bilmelerine rağmen seslerini çıkarmamışlardı. Malesef ailem de sessiz güruhun bir parçasıydı. Bir tek o sıralarda henüz ergen bir kız olan ablamı hatırlıyorum bana sahip çıkan.

Ablam ve Onat Kutlar öldürüldüğünde de katiline katil dememeyi sürdürerek ve hatta Fatih Akın gibi onu öven posterleri paylaşarak beni ve Onat Kutlar’ı değersizleştiriyorlar. Sizler katilimi yüceltirken benim nasıl hissettiğimi düşünmeye başlayacak mısınız bir gün? Sürü psikolojiniz buna hazır mı? Yoksa daha beklemem mi gerekiyor? Beni dışlamak ve aşağılamak, ulusalcı, faşist, milliyetçi diye yaftalamak daha kolay bugün, ordan yürüyün. Aman sürüden ayrılmayın, kurt kapar!

Beni faşistlikle suçlayanların dayandıkları bir söz var. Barthes söylemiş: “Faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir”. Bu mantığa dayanarak benim faşist olduğumu söylüyorlar. Ablamın katilinin adının koymasını istediğim için ben de faşist oluyormuşum. Bir defa benim mecburiyet dayatma yetkim yok. Ne ceza ne de ödül verme mekanizmasına sahip değilim. Bu yüzden kimsenin özgürlüğüne halel gelmiyor, merak edilmesin. Ayrıca başka bir sürü şey daha söylenebilir ama bu yeter. Bazı şeylerin söylenmesinin bazı ödüllere ulaşmanın tek yolu olduğu bir yer var ama: Amerika. Son Golden Globes bunu bir kez daha gösterdi.