Tıp Tarihçisi Dora Vargha: Sanırım çoğumuz, salgından önceki yaşamımızı özlemekle birlikte, tam olarak aynısına dönemeyeceğimizi, bitişin uzun ve yavaş bir süreç olacağını kabul ettik. Salgınlar sadece sonrası açısından değil aynı zamanda bitiş süreçleri açısından da çok karmaşıktır. Tehdidin ortadan kalkmasından neyi anladığımız çok önemli.

Tıp Tarihçisi Vargha: Pandemiler özgürlük sorununu açığa çıkardı

Dilara ŞİMŞEK

Yakın tarih, hep başkasının problemi olarak görülmüş pek çok salgın örneğiyle dolu. Bu durum, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) “pandemi” ilanıyla “herkesin” problemi haline gelen koronavirüs salgınına kadar böyleydi. Yaklaşık bir senedir hayatımızı altüst eden Covid-19 pandemisi; sadece küresel düzeyde kaygı uyandıran bir acil sağlık durumu değil, aynı zamanda var olan sistemler ve toplumların politik örgütlenmesini yeniden düşünmek için somut bir zemin teşkil ediyor.

İngiltere’de Exeter Üniversitesinden Tıp Tarihçisi Dr. Dora Vargha, küresel sağlık, biyomedikal araştırmalar ve çocuk felcinin ortadan kaldırılmasında sosyalist dünyanın ve aşı politikalarının rolü gibi konular üzerine çalışmalarıyla tanınıyor. Oxford Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanan Toplumsal Tıp Tarihi Dergisi’nin editörlerinden olan Vargha, Boston Review’ün “Thinking in Pandemic” adlı kitabının yazarları arasında bulunuyor. Çalışmaları uluslararası pek çok ödül alan Vargha, BirGün’ün sorularını yanıtladı.

Bir salgın tarihçisi olarak, tamamen şimdiye kadar yürüttüğünüz akademik çalışmalarla ilgili, yüz yılda bir yaşanacak böyle bir salgınla ilgili yorum yapmanız isteneceği hiç aklınıza gelmiş miydi?

Bu araştırma alanına yöneldiğimde, aklımda kesinlikle böyle bir şey yoktu. Bunun yerine, salgınları kriz noktaları olarak değerlendirerek, tıp meselelerinin yanı sıra bunların altında yatan toplumsal, kültürel ve politik meselelere nasıl bakabileceğimizle ilgilendim. Özel olarak çocuk felci salgını açısından baktığımda, Soğuk Savaş dönemine ait şaşırtıcı işbirliği süreç ve politikalarıyla karşılaştım ki bu da beni dönemin jeopolitikasını yeniden düşünmeye itti. Elbette, sadece tarihsel bağlamda değil, aynı zamanda sağlık alanında politika yapıcılar, antroploglar, sosyologlar ve epidemiyologlarla diyalog halinde salgınlarla ilgilenen birisi olarak; pandeminin ortaya çıkışı benim için tam olarak bir sürpriz olmadı. Esas itibariyle tarihin güncel meseleleri anlamamıza önemli ölçüde katkı sağlayacağını düşünüyorum ve sadece akademik çevrelerde değil aynı zamanda politikacılar nezdinde de, bunun artan bir şekilde farkına varıldığını görmek beni memnun ediyor.

Şimdiye kadar gözlemleyebildiğimiz kadarıyla, salgın yönetimi sadece teknik bir süreç değil, aynı zamanda dünyanın politik sistem ve örgütlenmelerine ilişkin bir tartışmayı da beraberinde getiriyor. Politik öncelikler ve tercihler, tüm bu süreç boyunca karar verme mekanizmalarının temel unsurları oldu. Geçmişteki salgınlarda durum tam olarak nasıldı?

Sağlık ve hastalık meselelerinin hep politik olduğunu ileri sürmüşümdür ve elbette bu konuda tıp ve bilim tarihçileri arasında yalnız değilim. Özel olarak salgınlar; devlet ve yurttaş arasındaki, devletler arasındaki ilişkilere ve uluslararası örgütlenmelerin rolüne ışık tutmaktadır. Ulusal düzeyde, temel bir soru, sorumluluktur. Salgının kontrol altına alınmasından, yayılmasının önlenmesinden, yeterli tedavi hizmeti sağlanmasından kim sorumludur? Bunun bedelini kim ödemektedir vb. Başka bir deyişle, bireyin topluma karşı sorumluluğu nedir? Toplumun ve devletin bireye karşı ödev ve sorumlulukları nelerdir? Ortaçağ ve erken modern Avrupa’daki kara veba veya 19. yüzyıldaki kolera salgınları gibi geçmiş salgınlardaki mahkeme kayıtları, yerel ve ulusal mevzuatlar ve kişisel belgeler; bu sorumlulukların müzakere edilip benimsendiğini veya dirençle karşılandığını gösteriyor. Güçlü ve zayıf yönler gün yüzüne çıktığında, bu sorumluluk meselesi, aynı zamanda sağlık bakım hizmetlerine erişimle ilişkileniyor. Ulusal sağlık hizmetlerinin nasıl yapılandırıldığı, politik sistemler, sağlıkta hak ve ödevler konusunda fikirlerle ilişkilidir; bu fikirler ve bunların uygulamaları kriz zamanlarında pratik olarak sınanır. Son olarak, salgınlar aynı zamanda önemli özgürlük sorularını açığa çıkarır: Devlet yurttaşlarının hareket, davranış vb. ne ölçüde kısıtlayabilir? Politik ve etik çıkarımlar nelerdir? Kısıtlamalar nasıl dayatılır veya dayatılmaz? Bu tartışmalarda sosyoekonomik uçurumlar ve ayrıcalıklar ne şekilde rol oynar?


tip-tarihcisi-vargha-pandemiler-ozgurluk-sorununu-aciga-cikardi-849258-1.

Jeremy A. Greene ile birlikte yazdığınız Boston Review’deki makalenizde, “salgınların, yeni normali yeniden şekillendirmek suretiyle önemli politik değişikliklere gebe olabileceğini” ileri sürüyorsunuz. Sizce bu kriz geçtikten sonra bizleri nasıl bir yeni “normal” bekliyor olacak?

Bir tarihçi olarak, benim uzmanlığım özellikle geçmişe odaklanıyor, bu yüzden benim öngörülerim çok güçlü değil. Buna karşın, şurasını özgüvenle söyleyebilirim ki, salgınlar sadece sonrası açısından değil aynı zamanda bitiş süreçleri açısından da çok karmaşıktır. Tehdidin ortadan kalkmasından neyi anladığımız çok önemli. Salgının bittiğine kim karar verir? Salgın kimler için bitmez, ya da örneğin Covid çoğunluğun yaşamını nasıl etkileyebilir ve salgının bitişi ilan edilmesindeki riskler nelerdir. Bu da sağlık ve hastalığa odaklanan dikkatin geri çekilmesini, belli fon ve faydaların sonlanmasını getirebilir, başka uçurumlar yaratabilir.

Sanırım çoğumuz, salgından önceki yaşamımızı özlemekle birlikte, tam olarak aynısına dönemeyeceğimizi, bitişin uzun ve yavaş bir süreç olacağını kabul ettik. İçinde yaşadığımız “normal”, bir şekilde sürekli değişiyor; bu durumda ise değişim daha görülebilir ve bariz. Bir yandan bildiğimiz şekliyle yaşam, ciddi ve uzatmalı bir kesintiye uğradı ki bu kesinti belki de sosyal etkileşimlerimizi, davranışlarımızı bile etki edecek denli uzun sürdü. Öte yandan, geçmişte tüberkülozu kontrol altına almak için sürdürülen toplum sağlığı mücadelesinin pek çok toplumda yere tükürme davranışını kabul edilemez hale getirdiğini veya Doğu Asya ülkelerinin SARS’la mücadelesinin maske kullanımını nasıl da ‘normal’ yaşamın bir parçası haline getirdiğini gördük. Pandemide gelişen yeni sosyal davranışların ne kadar kalıcı olacağı bir soru işareti, hareketliliğin yeni normal içinde değişip değişmeyeceği, değişirse ne kadar değişeceği başka bir soru işareti. Uzaktan ve evden çalışmayla ilişkili olarak yıl boyunca geliştirilen pratikler ve altyapıyla birlikte, yeni normalin yeni emek pratik ve politikalarını da kapsayabileceğini öngörebiliriz.

Yine de iyimser bir tonda konuşmak gerekirse, pandemi krizinin çevre ve iklim meselelerine dair bir farkındalık yarattığını ve önceliklerin yeniden değerlendirilmesi sonucunu doğuracağını ve küresel, ulusal ve yerel düzeyde eşitsizlikler etrafında yürütülecek yapıcı tartışmalar için bir kapı araladığını söyleyebilirim. Daha adil ve sürdürülebilir bir yeni normal yaratmak için kesinlikle fırsat sağlıyor.

Makalelerinizden birinde belirttiğiniz gibi, şimdiye kadar filantro-kapitalizm (hayırsever kapitalizm) küresel aşı politikalarında başarı hikayelerinin tarihini yazdı. Bu anlatıda eksik bir şey olduğunu düşünüyor musunuz?

Kesinlikle düşünüyorum. Dünyanın genellikle çevre olarak görülen büyük bir kısmı, politik gerekçelerle dışlandı, önemsiz görüldü ve küresel sağlık tarihinin dışında bırakıldı. Ancak küresel sağlık tarihini nasıl anlattığımız çok önemlidir. Problemleri anlama ve tanımlamamızda, çözümler aramamızda bize yardımcı olur. İlerlemek için, şu an içinde bulunduğumuz duruma nasıl geldiğimiz, güncel meselelere zaman içinde hangi süreçlerin katkı sağladığı, nelerin işe yaradığı, neden belli şeyler başarısız olduğu gibi şeylerin dikkat alınması gerekiyor. Şayet bu anlatıdan kimi aktörleri, devletleri ve kuruluşları soyutlarsak, meseleyi yanlış anlarız. Örneğin, DSÖ, Bill ve Melinda Gates Vakfı ve Rotary Kulübünün katkı sağladığı çocuk felci eradikasyon programı, filantro-kapitalizmin amiral gemisi olarak görülmüş ve 1988 yılında Amerika’nın öncülük ettiği bir proje olarak lanse edilmiştir. Ancak ben bu noktada çocuk felcinin ortadan kaldırılmasının temel dayanağının, 1950 ve 60’lar sosyalist dünyasında aranması gerektiği kanısındayım. Çocuk felcinin ortadan kaldırılması, Amerikalı ve Sovyet bilim insanlarının işbirliğinde geliştirilen ve tüm dünyadan önce Doğu Avrupa’da uygulanan Sabin aşısıyla gündeme gelmiştir. Sınır ötesi nakliye edilen aşılama modelleri Macaristan, Çekoslavakya ve Sovyetler Birliğindeki deneyimlere dayanmakta, sosyalist ağlar aşının kolayca yayılmasına imkan sağlamaktaydı. Bunun sonucu olarak, örneğin Küba, Batı Yarımkürede bu hastalığı elimine eden ilk ülke olmuştu. Sosyalist ülkeler, doğal olarak bu başarıyı ideolojik bir başarı olarak müjdelemiş ve Demir Perde’nin Doğu tarafının üstünlüğünü göstermişti. Küresel aşı dağıtım ağları da şu an aşı diplomasisi olarak adlandırdığımız şeyin bir parçasıydı ve iki kamp arasında gelişmekte olan daha büyük rekabete entegre edilmişti. Buna karşın, bu çalışma politik paktların sınırlarının ötesine geçmişti. Uluslararası işbirliği yoluyla çözümlenmesi gereken politik meseleleri tanımlayan Çek bilim insanları, 1960’ların başlarında Dünya Sağlık Örgütünde küresel eradikasyon için öncü bir teklif ileri sürdüler. Tüm bu hikayenin çocuk felcinin eradikasyonuna dair tarihsel anlatıda görmezden gelinmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Bu bize, Soğuk Savaş döneminde tarihi nasıl yazdığımızı ve güncel sağlık politikalarını nasıl düşündüğümüzü göstermektedir.

Sizce iki kutuplu dünyada sosyalist blok biyomedikal araştırmalarda ve temel hastalıkların önlenmesi ve kontrol altına alınmasında nasıl rol oynamıştır?

Bence bu sorunun iki yanı var: Biri rekabet anlatısı, diğeri ise işbirliği... İlk olarak rekabetle başlayalım. Sağlık, Soğuk Savaş Dönemi’nde “kalpleri ve akılları” kazanmanın başlıca unsuru olmuştu çünkü her iki taraf da enerjilerini, yeni bağımsızlığını kazanan ve “Üçüncü dünya” ülkesi olarak adlandırılan devletlerde kalkınma stratejilerine odaklamaktaydı. Her iki taraf da benzer kalkınma ve modernite kavramlarıyla çalıştığı için aralarında pek çok benzerlikler vardı. Elbette ideolojik farklar da... Batı’nın özellikle de Amerika’nın tarafından meseleye baktığımızda, Marcos Cueto gibi tarihçilerin ileri sürdüğü gibi, mantık şuydu; hastalık yoksulluğa yol açar, yoksulluk ise komünizmin yeşermesi için verimli bir topraktır, bu nedenle hastalıklara, özellikle de çalışma yaşamı ve ekonomiyi zayıflatan hastalıklara özel olarak önem vermek gerekir. Doğu ise yardım ve yardımlaşmayı dayanışma çerçevesinden ele aldı. Sağlığı sosyal ve politik projelerin içsel bir parçası olarak görerek, sağlık modellerini yaymayı amaçladı. Bu da devlet fonlarıyla araştırma gündemleri oluşturmaya katkı sağladı ve görünür kılınmış sağlık programları arayışıyla büyük etki yarattı. Örneğin, bir yandan enfeksiyon hastalıklarının kontrolü merkezi bir rol oynarken, hastane inşa etme kalkınma projelerinin en önemli unsuru haline geldi. Böylelikle farklı coğrafyalarda ve farklı vurgularla olsa da, girişimlerin çoğu paralel gidiyordu. Buna karşın, daha da ilginç olanı, bu dönemde bile toplum sağlığı alanında bulabileceğiniz bilimsel işbirliğinin boyutuydu. Sabin aşısının geliştirilmesinden zaten bahsetmiştim, iki kutup arasında viroloji alanında da bütünsel bir işbirliği söz konusuydu. Çocuk felci tarihi; ulusal bağlamın ötesinde geçip bilim insanları, hastalar, ebeveynler gibi, politikacıların ötesinde daha kapsamlı bir dizi aktörü düşündüğümüzde, bildiğimiz politik, diplomatik ve askeri tarihe rağmen devam eden işbirliği ve eşgüdüm örnekleriyle doludur. Bu da her şeyi hesaba kattığımızda bize Soğuk Savaş’ın çok daha karmaşık ve değişken bir resmini ortaya koymakta ve çok küresel bir mesele olması bakımından iki süper gücün ötesinde pek çok ülkenin önemini vurgulamaktadır. Ancak bu, tek işbirliği örneği değildi. Bilim insanları ve toplum sağlığı yetkililerinin Dünya Sağlık Örgütü öncülüğü ve idaresinde çiçek hastalığını başarılı bir şekilde ortadan kaldırması iyi bilinen başka bir örnektir.

SAĞLIK SİSTEMLERİNİ POLİTİKALAR BELİRLEDİ

Bu iki bloğu temel aşılama ve sağlık politikaları açısından kıyaslayabilir misiniz?

Her iki tarafın da büyük ölçüde homojen olduğunu varsaymanın ötesine geçtiğimizde, böyle bir kıyaslama yapabilmek oldukça güçtür. Genellikle Batı’da böyle bir çeşitliliğe imkan tanıma eğilimindeyiz, ancak Doğu’yu veya sosyalist tarafı, “sovyetizasyon” kavramının da ortaya koyduğu gibi, yekpare (tektip) olarak görüyoruz. Buna karşın, Doğu Avrupa ülkeleri veya örneğin, Afrika ve Latin Amerika fikir ve pratikleri gibi çeşitli sosyalizm formları arasında da çeşitlilik söz konusudur. Bu durumda bir aşılama veya sağlık politikasını ‘sosyalist’ veya ‘kapitalist’ yapan şeyin ne olduğunu ortaya koymak da oldukça zordur. İçinde bulunduğumuz şu günlerde Dünya çapında da Avrupa ülkeleri arasında da sağlık politikaları, aşılama, farklı salgın yönetimi yaklaşımları ve sonuçları açısından bariz bir şekilde geniş bir çeşitlilik görebiliyoruz. Durum tarihsel olarak da böyledir. Buna karşın, (iki kamp arasında) bir dizi farklı uygulama da dikkat çekiyor. Batı’da aşılar konusunda çok daha fazla tartışma olmuş gibi gözüküyor, belli aşıları uygulama konusundaki karar alma süreçleri daha yavaş olma eğiliminde, bu tıbbi teknolojilere dair şüpheler, güvenlik ve etkililiğe dair endişeler Doğu’ya göre daha görünür durumdaydı. Bir de, sağlık sisteminin merkeziliği ve yukarıdan aşağı örgütlenmesi faktörü vardı. Örneğin, Batı Almanya gibi belli ülkelerde, desantralize (yetkinin yerellere devredildiği) bir sağlık sistemi daha yavaş bir aşılamaya ve çocuk felci aşılarının daha düşük düzeyde uygulanmasına sebep olurken, Doğu Almanya’da bu süreç çok daha hızlıydı ve daha kısa bir süre içinde çok daha fazla insana ulaştı. Son olarak, sağlık meselesinin bütüncül politik düşünme tarzına nasıl entegre edildiğine ilişkin farklar da vardı. Sosyalist kampta, önleyicilik vurgusunun yanı sıra, sağlık, sosyal haklar ve adaletle açık ve örtülü bir şekilde ilişkili olan devrimci projenin parçası olarak görülüyordu.