Sunay Akın:"Aslında hepimiz aynı mekanda, aynı kitaplarda aynı kaynaklardan çalışıyoruz  ama farklı şeyler arıyoruz. Önemli olan neyi aradığımızdır. Ben siyasetin, gücün, iktidarın geçmişini aramıyorum. Ben insanın yürüyüşünü arıyorum

Tiyatro insanların beyinlerinde örülen duvarları yıkar

DERYA AYDOĞAN - deryaaydogan6@gmail.com

“Sunay Akın ile Görçek” oyununda, birarada yaşama duygusunu bilginin üretilen ve yönetilen en büyük güç olduğu gerçeğinde kavranacağını anlatan şair, yazar, araştırmacı Sunay Akın ile ‘ insan’, ‘edebiyat’ ve 'tiyatro' hakkında konuştuk.

  • Bir benzetme yaparak başlamak istiyorum. Sabahattin Âli’nin ‘Kürk Mantolu Madonna ‘ romanında anlatıcı, sıradan olduğunu düşündüğümüz bir insanın müthiş bir hikâyesi olduğunu gösterir. Siz de o anlatıcı gibi insandan yola çıkarak ilginç hikâyeler anlatıyorsunuz. Böyle bir anlatıcı misyonunu yüklenmiş gibisiniz kendinize.

Bu benzetme çok hoşuma gitti. Sabahattin Âli, 1923 Devrimi sonrası Cumhuriyetin ilk dönem edebiyatında kendini kabul ettiren, çok sevilen bir şair, öykücü yazardır. O yıllarda zaten hayat insana yönelikti. Değerli olan insandır, aslolan insandır. Her şey insan içindir. O yıllar, insan haklarından söz edebileceğimiz, bunun korunmaya çalışıldığı, insanı insan yapan bilgi ve bilim yolunun açıldığı, Köy Enstitüleri’yle , insanların bu yoldan yürümeye yönlendirildiği bir dönemdi. Zaten Kürk Mantolu Madonna’yı yazan Sabahattin Ali de, Köy Enstitülerine gitmiş oralarda seminerler vermiştir. Dolayısıyla ben her şeyin yani hayatın insan için olduğunu savunuyorum. İnsan çok değerlidir. İnsan haklarını savunmak demek, insanın hayatta kendi duruşunu ve yerini savunmak demektir. Siyaseti, gücü, iktidarı değil insandan yana olmak demektir. Baktığımız zaman birileri siyaset ve güç adına hep egemenlik peşinde koşarken, katledilen, ezilen, acılar gören, gözyaşı döken yine insan. Belli bir toplumda ekonomik ve sınıfsal duruşu olanlarda görüyoruz hep acıları. İşte insan orda. Yani ezilen, hakkı yenilen, sömürülen, geleceği karartılan insan. Bu yüzden toplumun zenginliklerinin hisse senetleri değil, hissi senetler olduğunu söylemeye çalışıyorum. Bertolt Brecht aslında ‘Okumuş bir işçi soruyor’ şiirinde diyor ya, “Ne oldu dersin duvarcılar, Çin Seddi bitince…” Şimdi Çin Seddi hakkında çıkar televizyonda saatlerce konuşur tarihçiler. Onu yapan duvarcıları kim anlatacak? Bana soruyorlar, “Kitaplarındaki bu bilinmeyen insan öykülerini nerden buluyorsun?” diye. Aslında hepimiz aynı mekânda, aynı yerde aynı kütüphanede aynı kitaplarda aynı kaynaklardan çalışıyoruz ama önemli olan neyi aradığımızdır. Ben siyasetin, gücün, iktidarın geçmişini aramıyorum. Ben insanın yürüyüşünü arıyorum.

  • Hep “Bilimde ilerlemeliyiz” deniliyor. Önce okuma alışkanlığını kazanmak ve bir şeklide edebiyattan beslenmek gerekmiyor mu?

Ben hep şöyle düşünmüşümdür, tarih, coğrafya, felsefe, psikoloji, sosyoloji gibi pek çok bilim dalı “edebiyat” sözcüğünün adı altında toplanmış bizim ülkemizde. Edebiyat fakültesinin altında geçiyor bu bilim dallarının isimleri. Neden? Çünkü edebiyat, bütün o bilimlerin toplamıdır. Çünkü edebi eserde tarih de vardır, coğrafya da. Bilim toplumu olmalıyız diyoruz ya çok doğru ama şunu da unutmayalım, aynı zamanda edebiyat toplumu da olmalıyız. Bu okuyan bir toplum demektir. Ancak okuyan bir toplumda demokrasiden ve düşünce özgürlüğünden söz edebiliriz. Ne yazık ki okumak dediğimizde somut örnek vereyim; Bugün dünyanın gelişmiş ülkelerinde, demokrasisi bizden çok daha ileri olan ülkelere baktığımızda, şehir merkezlerinde hep kütüphanelerin olduğunu ve çoğunun 24 saat açık olduğunu görüyoruz. Bizde ise İstanbul’un en büyük kütüphanesi Beyazıt Kütüphanesi. Bu kütüphane 1952 yılında büyümeye çalışıyor. O zaman 1950’li yıllarda Muzaffer Gökman var kütüphanenin başında. Kütüphanenin yan arsası boş. Muzaffer Bey, belediyeden istiyor yan arsayı ve cevap olumsuz, vermiyorlar. Yani bundan nerdeyse 60-70 yıl önce Türkiye’nin en büyük kütüphanesini büyütmek istiyorlar ve buna izin verilmeyip, şöyle bir açıklama yapıyorlar; “Biz oraya cenaze arabalarını park ediyoruz. Veremeyiz.” Kütüphane olmasına izin verilmeyip cenaze arabası yeri yapmak istenen yerde şimdi haberlerde okuduğumuz cenaze haberlerine neden şaşırıyoruz?

  • Edebiyattan sahneye, beyazperdeye uyarlanan eserler var. Bazen kitabından önce oyunundan, filminden öğreniyoruz bir hikayeyi. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?

Benim kuşağım kitap okuyan bir kuşak olduğu için, okuduğumuz için ben bu tarz uyarlamaları pek içime sindiremiyorum. Dönüyorum kitaba sarılıyorum tekrar. Pek çok edebi eserin,sinemaya tiyatroya uyarlanışında gerçekten güzel filmler, oyunlar da oluyor ama ben her zaman kitabı tercih ediyorum. Benim için Hababam Sınıfı, her zaman için Rıfat Ilgaz’ın romanıdır. Açın okuyun Rıfat Ilgaz’ın romanını, müthiştir. Çok güzel tiyatro, sinema örnekleri vardır haksızlık etmek istemem ama kitabı okuduktan sonra, hep eksik kalır. Kitap okuyan bir insan bir eserin, yönetmenidir, senaristidir, oyuncusudur. O yüzden ben yönlendiririm. Tabii mutlaka edebi eserler uyarlanmalıdır, uyarlanması da gerekir.

  • Siz de okuduklarınızdan yola çıkarak farklı bir oyun, anlatım hazırlamışsınız

Benim sahnedeki oyunlarım, tamamı ile kendi çalışmalarım. Oyunu kendi edebi metinlerim üzerine kuruyorum. Dolayısıyla ben sahnede bir oyuncu olarak oynarken, yazdığım metinleri seyirciye aktarıyorum ama aynı zamanda o metinleri oluşturmak için bir emek veren bir araştırmacı olarak bütün o anlattığım bilgileri, araştırdığım anları da yaşıyorum. Oynarken aklıma o kadar farklı şeyler geliyor ki, dolayısıyla hiçbir oyunum, bir ötekine benzemez. Hepsi farklı hikayeler.

  • “Sunay Akın ile Görçek” izlemeye gelenler hep farklı bir oyun mu seyrediyorlar?

Örneğin, ‘Görçek’ oynuyorum, hiçbir Görçek bir öncekine benzemiyor. Mutlaka farklı, değişik oynuyorum. Anlatacağım bir metin var, sinopsisler hazır ama yine de sahneye çıktığımda yine farklı birisiyim. O an ki heyecanımı da katarak, yani anlattığım bir öykünün araştırmasını yaptığım sırada hissettiği farklı duyguları da katarak, onu bambaşka bir seyre dönüştürüyorum. Bunu yapmak hoşuma gidiyor zaten.

  • Bir durumdan değil de duygudan yola çıkılarak oynanan oyunlar hakkında ne düşüyorsunuz?

Haklısın duygudan yola çıkılarak oynanan oyunlar var artık. Örneğin bu soruda seni dinlerken aklıma Levent Üzümcü geldi. Onun son oyunu gerçekten bir duygudan yola çıkılarak üç öyküyü anlatan mükemmel bir oyun. Tamamıyla duygu üzerine. “ Anlatılan senin hikâyendir” tamamıyla duygu. Siz onları tutup, metin olarak yazdığınızda, kitapta o kadar çarpmaya bilir belki sizi ama o oyunda Levent, kendi oyuncu gücünü katarak, canlandırdığı insanın duygusunu öyle güzel veriyor ki seyirciye. İnanılmaz bir yetenek. Levent çok büyük bir oyuncu. Ben kendimi öyle bir yetenekte görmüyorum. Ben kendi metinlerimin, çalışmalarımın içinde bir tiyatro oyuncusu olarak sahneye çıkıyorum. Öyle isimler, ustalar var ki, onları gıpta ile seyrediyorum. Yeter ki gerçekten tiyatrocular sahne bulabilsinler, oynayabilsinler. Kendi birikimlerini aktarabilecekleri salonlara kavuşabilsinler. Pek çok tiyatro sanatçısı oynamaya sahne bulamıyor Anadolu’da. Konuşurken aklım hep Anadolu’ya gidiyor. Anadolu’da pek çok yerde ne yazık ki salon vermiyorlar. Tiyatronun çok büyük sıkıntıları var.

  • Kültür Merkezlerini sadece bina olarak mı inşa ediyorlar?. Birçok sahnenin kapısı kapalı.

Maalesef, maalesef. Korkuyorlar o duygunun, o yeni dünyanın, insanların, seyircilerin beyinlerindeki duvarları yıkmasından korkuyorlar ki gerçekten de yıkar. Tiyatro sanatı insanların beyinlerinde örülen duvarları yıkar. Yeni bir ufuk görür insanlar. Ne yazık ki, bundan rahatsız olanlar var.

  • Sizce sanat eserlerine tepkiyle, şiddetle yaklaşılmasının sebebi bu mu ?

Bakın, İbn Rüşd’ün çok güzel bir sözü vardır. Bu Avrupa aydınlanmasını başlatan isimlerdendir İbn Rüşd. Rüşd der ki; ‘Yumurtanın kabuğu dışardan kırılırsa hayat ölür. Eğer yumurtanın kabuğu içerden kırılırsa yeni bir hayat doğar”. İşte sanat bunu yapar. İnsanların o kabuklarını içerden, kendilerinin kırmasını sağlar. Bu yüzden de hep sanattan korkarlar.