Bu “Tiyatro sevmem” olayına gelİnce… Sümme haşa. Öyle cümle olmaz. Tiyatro’nun da her şey gibi iyisi vardır kötüsü vardır. İyisi sevilir. Kötüsü azap verir

Tiyatro ve rakı

Geçen yazıda fark edilmeyen ‘yazmadığım konu’ dedim ya, bir okurum da sağ olsun, sinemadan, müzikten, resimden, şiirden hatta operadan bile bahsettiğimi ama tiyatrodan bahsetmediğimi fark etmiş. Sefa bey, uzun uzun da yazmış, demiş ki “tiyatrocular, tiyatro severler bu kadar rakı ile hemhal iken ayıp olmuyor mu?”. Elektronik postasının sonuna da vurucu soruyu yerleştirmiş: “Yoksa siz de mi o tiyatro sevmeyenlerdensiniz?”

Aman efendim, ne münasebet? Önce izninizle tiyatrocuların rakı aşkını anlatayım bir miktar. Daha önce bahsetmiştim, Ankara’da Küçükesat Yaprak Sokak’ta bir Pizza Tek vardı, efsane. Hayatına 1980 senesinde pizzacı olarak başlamış, bir süre sonra canlı müzik filan derken bar olarak devam etmiş, sonrasında iflah olmaz bir rock bar olmuştu. Bu süre boyunca da sürekli rakı tüketilen bir mekandı. Birahane havasına rağmen rakı biradan daha çok içilirdi. Ama öyle meyhane nizamında değil. Ellerde rakı bardakları, minik mezeler filan. Zaten tıklım tıklım dükkandı, öyle meyhane nizamına pek uygun değildi.

Bu mekanın müdavimleri büyük oranda tiyatrocular ve baletler, balerinlerdi. Aydın Uysal, Kerim Çimenciler, yakınlarda rahmetli olmuş sevgili Yekta Oktay, şimdi adını hatırlayamadığım pek çok böyle müdavimi vardı. Ve tabii meşhur Cemil Özbayar. Cemil abi, demini aldıktan sonra mekana takılan Cebecili müdavimlere o davudi ses tonuyla “Paspal Cebecililer…” diye başlayan nutkunu çeker, sonra giderdi. Arkasından da -artık söyleyebiliriz kızmaz sanırım- bu konuşmanın taklitleri yapılır, gülünür eğlenilirdi. Herkes tiyatrocu olduğu için taklitler tadından yenmezdi.

Zaten Pizza Tek 2000’lerin başındaki son yıllarını tam bir klasik meyhane olarak tamamladı. Hatta şimdi de işleten iki kardeşten büyük olanı Sedat Kozoğlu (küçüğü Suat), Bahçelievler’de, Pizza Tek Alaturka adında leziz bir meyhane işletiyor.

Ben de o yıllardan beri tiyatroya meraklıyım. Tiyatro ‘camiası’ rakıyla hakikaten yakından alak alıdır. Bazen sahnede de. Örneğin açın YouTube’dan Erzurum Şehir Tiyatrosu’nun oynadığı Şükrü ile Şükriye’nin rakı sofrasını seyredin. Çok meşhurdur.

Yahut Oda Tiyatrosu’nun ‘Meyhane’ adlı oyunu… Oyun meyhane ortamında ve rakı içilerek seyrediliyordu. Kaan Erkam’ın yazıp yönettiği oyun bir Ermeni meyhanesinde geçiyor, seyirciler de rakı içiyordu. Çok acayip bir tecrübeydi.

Bakın broşüründe kendisini nasıl anlatıyordu: “Oyundaki tiplemeler, Türk – Ermeni dostluğunu ispatlar türden... Külhani, haraç değil, racon kesen zenginden alıp fakire veren, yürekli delikanlı; Ermeni Meyhaneci, meyhaneciliğe sadece işi olarak değil, bir zevk olarak bakan; müşterilerine ve dostlarına yedirip içirmesini seven bir babacan. Moşe ise, evden kovulunca, tek sığınağı meyhane olan; Gedikli, iş çıkışı meyhaneye uğrayan, kendi halinde bir adam; Yosma, feleğin çemberinden geçip, tokadını yemiş bi kadın, Sevroş, meyhanenin müdavimi... Sahne meyhane ama salon da meyhane. Koltuklar yerine masalar var. Hem seyircisiniz, hem oyuncu... Ve sadece 50 kişi izleyebiliyor bu oyunu! Az sonra yan masanız gibi sergilenecek bir oyun. Sahneden salatalarınız gelecek ve siz müzik dinleyip, içkinizi içerken bir de bakacaksınız ki 1,5 saat geçip gitmiş. Böyle sıradışı bir oyun izlemeye ne dersiniz? O zaman sizi “Meyhanede” bekliyoruz…”

Bu “Tiyatro sevmem” olayına gelince… Sümme haşa. Öyle cümle olmaz. Tiyatro’nun da herşey gibi iyisi vardır kötüsü vardır. İyisi sevilir. Kötüsü azap verir. Sinemadaki gibi kolayca çıkamazsınız da “emeğe saygısızlık”, oyuncular orada sahnede yahu.

Ve (neyse ki) düşmekte olan bir trend bu “Tiyatro sevmem” trendi. Tiyatro sevmeyerek saf tutmak, ilginç olmak trendi. Bir çeşit ilginç olup muhabbet başlatmak için kullanılırdı. Çünkü “Tiyatro sevmem” St. Bernard köpeği gibiydi eskiden. Çok sevebilir yahut çok korkabilirsiniz bir St. Bernard’dan. Ama kayıtsız kalamazsınız: “Tiyatro sevmem”, “aaa niye ki?” yahut “ay ben de hiç sevmem”. Her durumda muhabbet başlar.

Eskidi bu. Artık bırakın muhabbet başlatmayı boş boş bakılıyor: “Ah yazık, ilgi çekmeye çalışıyor”. Hele “şiir sevmem”ler hepten bitti. Hoş bu #şiirsokakta hashtag’i eşliğinde şiir formunda sergilenen bazı acayip cümleler sık sık beni de huzursuz etmiyor değil.

Tiyatro sevmeyen birisi tiyatro bilmeyen birisidir. Tiyatro, işi insanları eğlendirmek olan, babası bile ölse bir saat sonra sahneye çıkmak gibi bir ruh hastalığına sahip insanlardan teşkil eden gerçeküstü, paranormal bir faaliyet değildir. Tiyatroda hayatın abartılmış, “over-act” edilmiş bir kopyası vardır. Tiyatro çeşit çeşittir. İyisi tadından yenmez. İnsanın rüyalarına girer.

Benim için en iyi tiyatro sokak tiyatrosudur. Barcelona’da Artristras vardı, hala var mı bilmiyorum. En azından Gloria vardı orada, canım Gloria öldükten sonra eski tadı kalmadı diyebilirim. O zamanlar bunlar bütün kostümlerini kendileri dikerler, aksesuarların, enstrümanların bütününü kendileri yaparlardı. Caz saksofoncusu Ertuğrul Çoruk da onlarla çıkar, sokakta izleyen herkesi -ve tabii kendilerini de eğlendirirlerdi. Oyun sonunda da biz Ertuğrul’la açardık rakıyı tabii.

En kötüsü de çocukların simit paralarına göz dikmiş sözde çocuk tiyatrolarıdır. Ben gençken çoklardı, artık umarım yoklardır. Gidip ilkokullarla anlaşıp, bilet parasının bir kısmını okul aile birliğine “bağışlayıp”, vasat oyunlarını çocuklara yarı zorla seyrettirirlerdi.

Yazımızı, uzun zamandır selam çakmadığımız Vefa Zat ağabeyimizin katıldığı ortamları tiyatral bir eda ile okuyarak şenlendirdiği Rakı Desturu ile tamamlayalım: İçelim ab-ı hayatı, neşe verir bedene / Ne mutlu bunu icat edene / Bunu icat eden bir pir / Akşamları iki Sabahleyin bir / Artsın eksilmesin / Taşsın dökülmesin / Allah kimseyi meyhanesiz memlekete düşürmesin.