Ondan geriye büyülü sözcüklerinin ruhu kaldı. Şimdi onlar oturuyor yanı başımıza. Ve taptaze oyunları. Haldun Taner’e tanıklık etmiş, öğrencisi olmuş, mesaisini paylaşmış dostları büyük ustayı anlatıyor...

Tiyatronun beyefendisi: Haldun Taner

EREN AYSAN

“Bütün çabalar boşuna. Ne yaparsa yapsın, istediği kadar havalanacağım diye çırpınsın, sonunda insanoğlu da yaralı leylek gibi rezil ve perişan yan üstü toprağa yuvarlanmıyor mu? Kaderlerimiz aynı; uçamayacağını bilmek, yine de uçmaya yeltenmek…” diyor Haldun Taner. Oysa ülkenin en çalkantılı dönemlerinde dünyaya gelir. Babası mütareke yıllarında bağımsızlığı savunan Ahmet Selahattin’dir. Aynı zamanda son Osmanlı Meclisi’nin İstanbul Milletvekili olan hukuk adamı erken yaşta hayata veda eder. Haldun Taner beş yaşındadır babası öldüğünde. Galatasaray Lisesi’nin ardından Heidelberg Üniversitesi’nde öğrenim görürken tüberküloza yakalanır. Bu talihsiz olay yaşamının piyangosu gibidir: “Dört yıl beni dört duvar arasına mahkûm eden bir hastalık içimde yepyeni bir boyut açtı. İnsan böyle durumlarda bir nefis muhasebesi yapar. Neyi doğru neyi yanlış yaptığını tartar. Hastalığımı unutmak için kendimi okumaya verdim.” Böylece otuz yaşından sonra, “bir hayli geç” yazarlık macerası başlar Taner’in. İyi ki başlar. Böylece taşlayıcı, buruk ama gülümseten, yergici tutumuyla kaleme aldığı öykülerle, her oynanışında büyük bir dünyayı eğlenceli bir dille gösteren oyunlarıyla kocaman bir yer kaplar hayatımızda.

İlk yazdığı oyun “Günün Adamı”, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenmeden kaldırılır. O, “Daha oynanmadan yasaklanması beni meşhur etti. Yere bırakılsa tenis topu kadar sıçrayacak oyun, hızla yere atılınca, tavana kadar sıçradı. Piyesim daha sahne görmeden yasakçılara minnettarım” diyebilecek kadar eşsiz bir inceliğe sahiptir. 1960’lı yılların başı, ülkemizde Brecht’in adının yeni yeni duyulmaya başladığı yıllardır. İstanbul Üniversitesi’nde verdiği derslerde ayrıntılı bir biçimde “Üç Kuruşluk Opera”yı inceler. Bu sırada Beklan Algan tarafından sahneye konulan “Sezuan’ın İyi İnsanı” faşistlerce basılmış, oyuncular göstericilerin elinden zor kurtulmuştur. Haldun Taner oyunun sağlıklı bir biçimde sahnelenmesi için yapılan imza kampanyasında yer alır. Belki de bu olaylar, epik tiyatroya olan ilgisini yerel olanla birleştirmesine aracılık eder. Böylece tam anlamıyla patlama yapacak “Keşanlı Ali Destanı” çıkar ortaya. 1964 yılı kapıyı çaldığında Taner, II. Meşrutiyet’ten 1960'ların sonuna kadarlık bir zaman diliminde yakın tarihimizde gerçekleşen toplumsal değişimleri ‘Vicdani’ ve ‘Efruz’ adlı iki karakter aracılığıyla anlattığı “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” adlı oyunla seyirci karşısına çıkar. Artık arka arkaya sahnelenen oyunlarla başarısını katmerleyen bir yazardır. İnsanların barış içinde, kardeşçe yaşadığı bir dünya özlemiyle oyunlarını yoğururken, bir yandan da dünyaya ve insana uzak bakış açısıyla yaklaşan bir düşünürün alaycılığı, coşkusu ve çocuksuluğu içinde eserlerini arka arkaya sıralar. Sürekli olarak yeniliğin peşinden koşan Taner altmışlı yılların ikinci yarısında yepyeni bir tiyatro anlayışını hayata geçirmek için kolları sıvar. Bunun için kendiyle barışık ülke insanına sırtını yaslar. Yeni tiyatro anlayışının seyirci kitlesini belirlerken, “Asık suratlılar, kara ruhlular, buluttan nem kapanlar, burnundan kıl aldırmayanlar, kendilerini beğenmişler, dediğim dedikçiler, sinamekiler, kasıklar, manyaklar, yavanlar, dengesizler, sakın bize gelmesinler. Bir yerleri incinir, rahatsız olurlar” der. Uzun zamandır oyunlarda izlediği Zeki Alasya ve Metin Akpınar adındaki iki genç oyuncu bu yepyeni tiyatro anlayışının, kabare tiyatrosunun yeni yaratıcıları olacaktır. “Bizde politik-hiciv tiyatrosunun eksik olduğunu görüyordum. Bizim halkımız da buna yatkındı.” diyen Taner, arka arkaya oynanan ‘Vatan Kurtaran Şaban’, ‘Bu Şehr-i İstanbul’, ‘Astronot Niyazi’, ‘Ha Bu Diyar’ gibi oyunlarda çok büyük bir seyirci kitlesine ulaşır ulaşmasına ama yapılan tiyatronun Fransa’ya özgü kabare tiyatrosundan uzaklaştığını görmekte, büyük salonlarda olabildiğince çok seyirciye ulaşan bu biçimin içinin boşaldığını düşünmektedir. Artık Zeki Alasya ve Metin Akpınar’la yolların ayrılma vakti gelmiştir. Yoluna Ahmet Gülhan’la Tef Kabare’yi kurarak devam eder. Bu arada tiyatromuzun klasikleri arasına giren “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” ile çıkar seyirci karşısına. “Bizim Tiyatro” çatısı altında oynanan oyun Münir Özkul’a yazılmıştır. Haldun Taner her şeyden önce derin bir insan sevgisinin, sıcak dostlukların izlerini sunduğu edebiyat adamlığıyla öğreten, düşündüren bir kılavuzdur hep.

“Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu” öyküsünde, “Şişhane’nin üstüne, ince ince, sessiz sessiz bir kasım yağmuru yağıyordu. Havada rutubetle karışık soba isi kokusu vardı. Yerler yine bir iki gün önceki gibi kaygandı. Ancak ne var ki bugün lodos değil gündoğusu esiyordu” diye yazar sürekli not aldığı defterine. O, İstanbul’un içinde geçmişi kovalayan ama geleceğe, gerçeğe koşan, belki bu nedenle anılarını İstanbul’da göçmenlere, köyden gelenlere, bavulculara ve hatta kapkaççılarla kuran büyük bir ustadır…“Yaprak ve canlı yeşil” şöyle der: “Pelit Beyoğlu'nda sevimli bir kahvedir. Tepebaşı Tiyatrosu'nun karşısına düşer. Buraya daha çok sakallı, pipolu yazarçizer düşünür takımı, karşıki tiyatrodan da aktörler, operacılar, müzisyenler gelir.” Ama yıkıcılar gelmiş, her şeyi tarumar etmiştir. Zaten sonunu kendi yazar hayatımızın… “Roksan nerde? Hamide nerde? Brünhild, İngeborg ne oldular? Bilemem. Tepebaşı Tiyatrosu yandı. Pelit şimdi konfeksiyon mağazası.” Kalmadı bugün hiçbiri. Geriye büyülü sözcüklerinin ruhu kaldı Haldun Usta’nın. Şimdi onlar oturuyor yanı başımıza. Ve taptaze oyunları…

Haldun Taner için kolları sıvayalı tam beş yıl olmuş. Günlerce hiç tanışma olanağım olmadığı Haldun Bey’le yattım, Haldun Bey’le kalktım adeta. Rüyamda ona, “Çok büyük bir öykü ve oyun yazarısınız. Denemelerinizle dünyayı anlamamıza yardımcı oldunuz. Neden roman yazmadınız?” diye sordum günlerce. Bir yandan da dostlarından, öğrencilerinden aldığım özel görüşlerle kapsamlı bir “Haldun Taner Kitabı” yapmak arzusundaydım. Yaşamın sunduğu bir dizi geçit izin vermedi bu çalışmaya. Ama gelecekte neden olmasın?

Önce bir belgesel tasarımı için buluşmuştuk ülkenin yüz akı tiyatrocularla. Onlara “Haldun Taner’le ilgili kapsamlı bir dosya yapabilirim,” demiştim. Her biri Haldun Taner’i anlatıyordu gürül gürül. Bense dinliyordum. Uzaktan silüet halinde Haldun Taner görünüyordu. Beş yıl önce görüş aldığım Zeki Alasya ile Gülriz Sururi hayattaydı. Anılarına saygıyla…

Yeri doldurulamaz biri

tiyatronun-beyefendisi-haldun-taner-646594-1.Hayati Asılyazıcı: 1951 tevkifatında Devlet Tiyatroları’ndan ayrılmak zorunda kalan Ulvi Uraz kendi tiyatrosunda “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım”ı sahnelemeye başlamıştı. Ulvi beni davet etti, oyunun provasına. Haldun Taner provalar sırasında ayak ayak üstüne atardı, tek gözlü sapsız bir çantası vardı, onun üstüne dosyasını çıkarır, notlarını alırdı. Ne zaman Haldun Taner dense zihnimde o fotoğraf canlanır hemen. Önemli bir gazeteci, çok iyi bir öykü ve oyun yazarıydı. Ayrıca karakter betimlemelerini ustaca yapan bir portre yazarıydı. Yeri doldurulmaz bir kimseydi. Doldurulamadı da zaten.

Baskı dönemlerinde dik durdu

tiyatronun-beyefendisi-haldun-taner-646595-1.Ani İpekkaya: O Türk Tiyatrosu’nun yetiştirdiği emsalsiz bir oyun yazarıydı. Haldun Bey’in yazdığı oyunlarda oynamanın, onunla çalışmanın tiyatro sanatıma çok büyük katkısı olmuştur. Biz pek çok ilkleri onda gördük. Çetin İpekkaya Şehir Tiyatrosu’nda “Eşeğin Gölgesi” oyununu sahneliyordu. Hatta o zamanlar nedense sakıncalı görünmüştü oyun, defalarca kaldırıldı. En sonunda daha sonra yanan Dram Tiyatrosu’ndaki gösteriyi hatırlıyorum. Mahkeme kararıyla oynanıyordu oyun. Herkes ağlıyordu. Bütün seyirci ayağa kalmıştı alkışlarla. Haldun Bey, baskı dönemlerinde daima dik durmuş, istediğini yazmış, söylemiş çok yiğit bir yazardı.

Sizinle aynı çağı yaşamak ne güzel!

tiyatronun-beyefendisi-haldun-taner-646596-1.

Gülriz Sururi: İnce, uzun boylu, sarışın, etkileyici bir kişilik. İçten, müstehzi olmayan bir gülüş. Muntazam bir yüz iskeleti. İşte belleğimdeki Haldun Taner. Şık, ne giyse iyi taşıyan, daha ilk anda ne zarif adam dedirten birisi. Onu tanıdığım günden bu yana üzerine sanki yeni satın alınıp giyinmiş bir şey görmedim, mümkün mü? Üzerindeki giysiyi derisiymiş gibi taşırdı. Hiçbir gün uygunsuz bir kılıkta görmedim. Onu yazarken ilk kez 60 yılında Kadıköy Süreyya Sineması’nın fuayesindeki bir masada görmüştüm. Sonra Markiz ile Moda Plajı’nın üzerindeki kır kahvesinde, eski Tepebaşı Dram Tiyatrosu karşısındaki Pelit Pastanesinde… Hep yazarken gördüm. En son Divan Oteli’nin pastanesinde yazıyordu yazılarını. Aramızdan ayrılan değerli kişiler için yeri doldurulmaz derler ya ben sizin için benzersiz deyimini kullanmak isterim. Sizi çok özlüyorum Haldun Bey. Çünkü siz benzersizsiniz. Bugün benim için yazmış olduğunuz bir cümle ile seslenmek istiyorum: “Siz ile aynı çağı yaşamak ne güzelmiş.”

Bir İstanbul beyefendisi

tiyatronun-beyefendisi-haldun-taner-646597-1.

Taner Barlas: 1965/66 yıllarında Muhsin Ertuğrul yönetiminde Beklan Algan, Ayla Algan, Melih Cevdet Anday, Haldun Taner gibi değerli ustaların buluştuğu tiyatro okulu LCC’de öğrenciydim. İlk defa Haldun Bey ile orada tanıştım. Tiyatro tarihi derslerine gelirdi. Bu öğrenci eğitmen birlikteliği 69 yılına kadar sürdü. 69/70 yılında LCC kapandı, biz de Bakırköy Halkevi’ne geçtik. O dönemde de hocayla bağlantımız hiç kopmadı. Hatta bizi zaman zaman evine davet ederdi. Moda’da denize karşı müze gibi bir evi vardı. Yaşlı annesiyle yaşıyordu. Eskilerin söylediği gibi tam bir İstanbul beyefendisiydi.

Aramızda dolaşan bir üstat

tiyatronun-beyefendisi-haldun-taner-646603-1.Cevat Çapan: Haldun Bey hikâyeler yazan bir yazar olarak belirdi edebiyat ufuklarında. 1960’da asistan olarak İstanbul Üniversitesi’ne girdiğimde Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde arada tiyatro dersleri veriyordu. Ondan sonra her fırsatta görüştük. Oyun yazmaya başlayınca yazdığı oyunların ilk bölümlerini okuyorduk, yeni bir hikâye yazmışsa o hikâyeyi okuma cömertliğini sunuyordu. Genç yaşımda Ankara’da Uluslararası Tiyatro Enstitüsüne seçilmiştim. Muhsin Ertuğrul, İrfan Şahinbaş, Bedrettin Tuncel Ankara’ya hep birlikte gidiyorduk. Giderken yolda Haldun Bey ile karşılaşmışsak hemen kompartımanda son yazdığı hikâyeyi okuyordu bize. Sonra Haldun Taner bir üstat olarak aramızda dolaşmaya başladı ve o üstadın bir çeşit dostları, çömezleri yahut yamakları olarak da kendimize övünç payı çıkarabildiğimiz günler oldu bizim de.

İyi de ‘kabare’ ne?

tiyatronun-beyefendisi-haldun-taner-646600-1.

Zeki Alasya: Metin’le şöyle bir karar verdik. Biz bir daha kimsenin tiyatrosunda oynamayacağız. Biz kendi tiyatromuzu kurup kendi tiyatromuzu yapacağız. Dedik de? Paramız yok. Tam o sırada İstiklal Caddesi’nde dolaşıyoruz. Uzaktan Haldun Taner göründü. Hiç unutmam, çok güzel bir pardesüsü vardı onun. Çantası yanında. “Ne yapıyorsunuz çocuklar?” dedi. “Beraber iş yapalım mı?” Biz şaşırdık. Dedik ki, “Bir tiyatromuz yok.” “Beraber kuracağız, beraber kabare tiyatrosu yapacağız.” Çok sevindik ama sonra aklımıza takıldı. İyi de “kabare” ne? Süreç içinde bir yandan da hocamız oldu Haldun Taner.

Beni tiyatrocu yapan Haldun Bey’dir

tiyatronun-beyefendisi-haldun-taner-646602-1.

Ferhan Şensoy: Haldun Taner’le tanışmam Galatasaray Lisesi’nde öğrenciyken 1968 yılında oldu. Diyebilirim ki Haldun Taner ile tanışmasam belki tiyatrocu olmazdım. Yazarlık yapardım. Bir de babam tiyatrocu olmamı istemiyordu. Haldun Bey bana hep destek oldu, hatta ailemi de o ikna etti. Mimarlık okuyordum. Babama mimarlığı bırakacağım, Fransa’da tiyatro okuyacağım, sınavı kazandım dedim. “Ne tiyatrosu?” dedi, “Git mimar ol, tiyatroculuk yapmak istiyorsan hafta sonları yaparsın.” Kırk yıl sonra babam haklı çıktı. Tiyatro sadece hafta sonu yapılan bir iş haline geldi ülkede. Babam hayatta değil şimdi ama bugünü görseydi, “Gördün mü bak?” diyecekti. Beni tiyatrocu yapan Haldun Bey’dir.

Yıllar sonra babasını gördü

tiyatronun-beyefendisi-haldun-taner-646604-1.Cemal Ünlü: Haldun Taner’in LCC’deki öğrencisiydim. Dostluğumuz sonra devam etti. Annesini kaybetmişti. “Yeni Camii” avlusunda toplandık. Namaz kılındı fakat cenaze alınıp götürülmedi. Bir haber bekleniyor Ankara’dan. Hoca, babasının yanına defnetmek istemiş annesini. Bildiğiniz gibi babası eski mebus, önemli bir hukukçu. Fakat hemen öyle isteyince tarihi yerlere defin yapamıyorsunuz. Bakanlar Kurulu kararı gerekiyor. O zaman Bülent Ecevit hükümeti vardı, Ahmet Taner Kışlalı da Kültür Bakanı. Sonunda olumlu haber geldi. Mezarcılar hazırlamışlardı mezarı… Bir anda burada bir kafatası var dediler. Shakespeare’in Hamlet sahnesini yaşamaya başladık. Haldun Hoca, “Babamı göreyim” dedi. Mezarcılar kürek içerisinde kafatasını çıkarttılar. Hoca beş yaşında kaybettiği babasını neredeyse yıllar sonra ilk defa görüyordu. Hani Oscar Wilde’ın bir lafı vardır, ‘’Hayat sanatı taklit eder’’ diye… İşte öyle bir sahneydi.

Epik tiyatro yazımı

tiyatronun-beyefendisi-haldun-taner-646608-1.

Ayşegül Yüksel: İstanbul Üniversitesi’nde Haldun Taner’in öğrenciydim. O sırada Kent Oyuncuları “Üç Kuruşluk Opera”yı oynamıştı. Onların şarkılarıyla orijinal Brecht tiyatrosuyla şarkılarını ve oyunculuklarını mukayese eden saatler süren dersler verirdi. Aslında bütün bunlar Haldun Bey’in bu geçişe, epik tiyatro tarzındaki oyunlar yazımına ne kadar hazırlıklı olduğunu gösterdi bize.

Çocuk tiyatrosu boşluğunu doldurduk

tiyatronun-beyefendisi-haldun-taner-646609-1.

Ümit Denizer: O yıllarda canlı bir tiyatro ortamı vardı. İşte bizi öykü, şiir yazmaya bu ortam yönlendirdi. Bir ateş yandı içimizde. Ne yapalım derken Haldun Taner’in “Eşeğin Gölgesi” oyununu oynamaya karar verdik. Bir randevu aldık. Haldun Taner’e gittik. O bizi çocuk tiyatrosu yapmaya yönlendirdi. Böylece “AÇOK” ilk defa kurulmuş oldu. Haldun Taner uzak görüşlüydü. Çocuk tiyatrosundaki boşluğun bizlerin tarafından doldurabileceğine inandırdı. Ödülsüz oyunumuz olmadı hiç. Ülkenin her yanını dolaştık.