Küresel gıda ve iklim değişikliği hakkında Oxford Üniversitesi tarafından yürütülen araştırmanın sonuçları geçen ay uluslararası bilim dergisi Nature’da yayımlandı. Nüfusun 10 milyarı aşmasının beklendiği 2050 yılına dek, dünya kaynaklarına kalıcı zarar vermeden bu kadar insanın beslenmesinin mümkün olup olmayacağı sorusuna yanıt arayan bilim insanları sürdürülebilir bir gıda sistemi yaratmanın mümkün olduğunu açıkladı; ama bu ancak daha sağlıklı ve bitkisel temelli beslenme, gıda atıklarının yarıya indirilmesi, tarım tekniklerinin ve üretim biçimlerinin iyileştirilmesi ve tüketim alışkanlıklarının değişmesiyle gerçekleşebilir. Aksi halde küresel ısınmanın neden olduğu aşırı ve dengesiz hava değişimleri, tarım arazilerinin azalması, tatlı su kaynaklarının tükenmesi gibi olumsuz sonuçların her geçen gün artarak devam etmesi kaçınılmaz.

•••

Buna göre, karbon emisyon değerlerinin artışıyla birlikte hızlanan iklim değişikliğinin etkilerini azaltmanın bir yolu fosil yakıt yerine yenilenebilir kaynaklara yönelmek ise, diğer bir yolu da bitkisel beslenmeye ağırlık vererek büyükbaş hayvanların sayısındaki artışla orantılı olarak yükselen sera gazı emisyonlarını düşürmek. Beslenme ve tüketim alışkanlıklarının değişmesiyle birlikte tarımsal üretimde doğaya dost araçlar kullanmak; ekim alanlarının sayısını ve toprağın kalitesini artıracak yöntemler geliştirmek; su kaynaklarını korumak ve gıda israfına engel olmak gibi çabalar sayesinde artan nüfusun sürdürülebilir şekilde gıda ihtiyacı karşılanabilir. Yerelden ülkeye, ülkeden dünyaya yayılacak planlı ve kararlı bir gıda seferberliği, savaş-küresel ısınma-sanayi gibi pek çok faktörün bir araya gelerek sebebi olduğu çevre kirliliği ve gıda krizine karşı kuvvetli bir direnç oluşturabilir.

•••

Raporun en dikkat çeken önerilerinden biri de çiftçiliği geliştiren altyapı yatırımlarının artırılması ve çiftçilere doğru desteklerin verilmesi. Bununla birlikte gıda atığı sorununu ortadan kaldıracak olan depolama, taşıma ve paketleme zincirinin düzen içinde işlemesini sağlamak. Ne yazık ki bugün Türkiye bu hayati uyarıları idrak edip harekete geçebilecek yöneticilerden yoksun. Gübre, mazot ve elektrik fiyatlarındaki artış yüzünden çiftçilerin üretimden çekilmesiyle verimli tarım arazileri birer birer imara açılıp betonlaşıyor. Zor şartlarda da olsa üretime devam eden kimi çiftçiler ise ürünlerini muhafaza edebilecekleri soğuk hava deposu olmaması nedeniyle yetiştirdiklerini çöpe dökmek zorunda kalıyor. Kimi de üretimde harcadığı parayı geri döndüremeyince ağaçlarını kendi elleriyle kesiyor.

•••

İnsan, dünya kaynaklarına saygılı geleneksel tarım yöntemlerine yönelmenin önemini kavramış ve yerelden ülkeye yayılan üretim ağlarına bağlanarak bilinçli birer tüketici olma yolunda ilerlerken hükümet, ‘Milli Tarım Projesi’ kapsamında şirketlerin denetiminde üretilip satılan tohumları çiftçiler için zorunlu hale getiriyor. Bu, atalık tohumlarla ürün yetiştiren, elindekini başkasıyla takas ederek yüz yılların hafızasını koruyan yerel üreticiye engel olarak tohum üretimini çok uluslu şirketlerin denetimine sokan bir uygulama. Bu, çiftçinin yerli tohum üretimini teşvik etmek yerine tohum sertifikalarını elinde tutan şirketleri zengin etmeyi tercih eden AKP hükümetinin yıllardan beri millilikten ne anladığını gösteren muhteşem örneklerden biri daha. 2006 yılında çıkarılan Tohumculuk Yasası ile sertifikasız tohumların satışı yasaklanmış ama çiftçiler arasındaki tohum takası engellenmemişti. 19 Ekim’de yayımlanan yeni yönetmeliğe göre bundan sonra sertifikalı tohum kullanmayan çiftçilere tarımsal destek verilmeyecek. Tek tip tohumlar saklanıp çoğaltılamıyor, her yıl yeniden satın almak gerekiyor. Biyolojik çeşitliliğe sahip çıkmak gezegenimiz için hayati öneme sahipken bir AKP icraatı olarak yine insan kaybediyor, şirketler kazanıyor.