Tabakta kalan son tavuk parçası yere düştü. Kız aldı topraktan turuncu et parçasını, tabağa geri koydu. Gözümü tabaktan kaldırdığımda, az önce denize giren çocukların yanındaki bir kız çocuğunun avcunu gördüm kızlara açılmış. Yerden alınmış tavuk parçasını iteledi genç kızlardan biri çocuğun önüne. Çocuk omuzlarını kaldırıp indirince, “tok” dedi genç kızlardan diğeri.

Tok

BERRİN KARAKAŞ @ismicismi

İstanbul’da bir marinada, ufkunda uzanan sıra sıra yatların denizi gözden ırak ettiği masalardan birinde bir adam, telefonun diğer ucundakine, “Hayvancılara satacağım gemiyi” diyor. Gemi gözden çıkarılmış, hurdaya gitmeden önce bir sefer daha yapacak. Gözden çıkarılmış insanları taşıyacak. Umuda yolculuğun biletleri kesilmiş. Adam başı 7000 avro. 500 ile çarpıldığında, gemi parasını gani gani çıkartmış oluyor. Bundan sonra, sulara gömülebilir. Ne kadar değersizse artık gemi, gemiyle sulara batacak insanlar da o kadar değersiz. Hayvanlar kadar değersiz adamın gözünde.

Bu telefon sohbetine tanık olmuşluğumun bir hafta sonrasında, bu defa sahil kenarında bir çay bahçesinde, üç genç kızın masasına misafir kulaklarımın işittiği ‘tok’ sesi, bir tokmak gibi sallanıyor, tok tok çarpıyor her baktığıma. Bütün kalantorluğuyla sevimsizleşmiş marina adamıyla karşılaştırıldığında ‘çiçek açmış genç kızlar’ masasına baktığımda oysa, on metre ötede kolunu sokak köpeğine atmış delikanlının yanında denize atlayan Suriyeli çocukların bu özgürlüklerinde nasıl da ışıdıklarını düşünüyordum; hiçbir şey onların olmadığı için rüzgâra benzeyen Rilke’nin fakirlerini… Sonra o ‘tok’ sesi, akıp giden şiirin orta yerine koca bir kaya parçası gibi düştü, nokta oldu şiire; genç kızlardan birinin önündeki tabakta kalan son tavuk parçası yere düştü. Kız aldı topraktan turuncu et parçasını, tabağa geri koydu. Gözümü tabaktan kaldırdığımda, az önce denize giren çocukların yanındaki bir kız çocuğunun avcunu gördüm kızlara açılmış. Yerden alınmış tavuk parçasını iteledi genç kızlardan biri çocuğun önüne. Çocuk omuzlarını kaldırıp indirince, “tok” dedi genç kızlardan diğeri.

Tabaktaki toprağa bulanmış tavuk parçasının, o tabağa gelene kadar geçirdiği aşama, üretim çiftliklerinde hareketsiz bırakılarak sıra sıra sıralanmış, az zamanda semirtilmiş tavukları nasıl yiyebiliyorsak iştahla, yüzyıllar öncesinin köle ticaretinde kullanılan gemilerini anımsatan 21. yüzyıl kaçak göçmen ve mültecilerini taşıyan gemilerdeki üst üste binmiş insanların denize gömülmesini de o kadar anlaşılır buluyoruz. O kadar normal görüyoruz fakirin önüne kendi yiyemeyeceğimiz şeyi itelemeyi.

Ceo’ların artık 5 senede değil 100 günde karar almalarını gerektirecek kadar hızla gelişen, ayda bir trend değiştiren çok gelişmiş dünyada değişmeyenlerin yüküyle yaşamaya alışmak ne büyük bir tehlike. Oysa geçen ay binlerce mülteci Akdeniz’in sularına gömüldükten sonra aciliyetle Brüksel’de olağanüstü toplantı yapan Avrupa Birliği liderlerinden, geçen gün çok yakınımızda, İstanbul Güvercintepe’de yaşayan Suriyelilerin dükkânlarını yakıp kurşunlayan ‘sıradan’ vatandaşa tehlike, göçmenlerin, mültecilerin kendisi. Çözüm Akdeniz’de daha çok savaş gemisi, savaş uçakları, karada daha yoğun bir nefret söylemi, korku tuzağı.

Fakirliğin denizlere sürüklediği yazar Melville, gemici olmaya karar verdiğinde denizlerin özgürlük, suyun varlığın özü olduğunu biliyordu. 1800’lerde köle ticaretini de yakından gözlemlemiş Melville’in Moby Dick romanındaki gemisi, 19. yüzyıldan başlayarak nasıl bir gemiye bindiğini de söylüyordu insanlığın. Günümüzde kıyılara vuracak göçmenlerin de habercisiydi.

Moby Dick’te bir de Yunus Peygamber vuruyordu kıyıya Mapple Baba’nın gemicilere vaazında. Tanrı’nın buyruğunu yerine getirmeye balığın ağzından kıyıya çıkıyordu Yunus, ayağa kalkıyordu. Tanrı’nın Yunus’a buyurduğu, yalancıların yüzlerine karşı doğruyu söylemekti. Moby Dick’in, bu taşkın romanın aşkın tanrısı, yaşama içkindi: “Bu yeryüzünün kibirli tanrılarına ve amirallerine, her zaman kendi amansız benlikleriye karşı koyarak, sevincin ne olduğunu - en yüksek, en içten gelen sevincin ne olduğunu- bilenlere ne mutlu! Bu aşağılık, bu hain dünyanın teknesi batınca, kendi kolunun gücüyle suların üstünde gene de kalabilenlere ne mutlu! Doğruluk yolunda boyun eğmeyenlere, günaha- devlet adamlarının, yargıçların cüppeleri altında da olsa- saldıranlara, günahı tepeleyenlere, yok edenlere ne mutlu!..”

Genç kızların masasından uzaklaşmış Mapple Baba’nın vaazını düşünürken, Fındıklı sahilini uzundur mesken tutmuş yunus balıklarını ilk kez görenlerin sevinç çığlıkları alıverdi ‘tok’ sesinin yerini. Bu sevinçli ve coşkun sesleri bir yunus parkında asla duyamayacağımız gerçeği, acılara bunca bağışık dünyada Betty’nin ‘Keşke hayvan olsaydım’ dileğini düşürdü aklıma. Yunuslar Boğaz’ın sularına dalıp çıkarken, Yunanistan kıyısına vurmuş tekneden sağ çıkan Afrikalı Betty, ‘Öfkeliler’in arasına karışıyordu Yunanistan’da, İspanya’da, Fransa’da… Betty’yi, Tony Gatlif’in ‘Öfkeliler’ filminden hatırlayacaksınız.

Boğaz’da ilk kez yunus görmenin sevincini, yunusların sularda özgürce sıçrayışlarının sevincini andıran bir sevinçle doğruyu söylemeye öfkelendiğimiz Gezi Direnişi’nin yıldönümü yaklaşırken, bu şenlik demokrasinin gereği değilmiş gibi, ‘demokrasi dediğin oy çoğunluğudur’ diye diye yalan üzerine yalanlar söyleyenler bangır bangır fon oluyorlar sokaklarda, seçim mitinglerinde. Gündemde varsa yoksa yüzdeler, baraj geçmeler…

Baraj dediğin, suyu tutmak içindir. Oysa akan suyun önünde ne durabilir? Duramadığı için, Başbakan ‘Şu Gezi vandallarına cevap’ olacak Esenler’de yeşertilecek dünyanın en büyük üçüncü parkını müjdeliyor. Müjdesiyle birlikte, Esenler Belediyesi’nin pek bir övündüğü mahalle arasındaki bir parkta gördüklerim geliyor aklıma. Kadınlar için özel ocaklar yapılmış, piknik için hazırlanmış masaların başı. Herkes sanki birbirinin aynı. Banka efendi efendi oturmak yerine tepesine tünemiş gençleri uyarıyor bekçi: “Orada oturmak yasak. Düzgün, normal oturun!”

Nedir bir parkı kıymetli yapan? Çiçekler kadar renkli insanlar değil midir? İhtiyar ağaçları değil midir? Evsizlerin ev bellemesi değil midir banklarını? Uzak yakın herkesin buluşacağı merkezde olmaları değil midir güzellikleri? İnsanları yakınlaştırmak değil, birbirlerinden uzaklaştırmak isteyenler oysa, parkları da uzaklara taşıyorlar. Merkezde bir çay 5 lira olsun da, Esenler de merkezden uzak olsun istiyorlar. Hayvanların, ağaçların, denizlerin, nehirlerin bile ayrı bir dünyası olmasın. Onlar dahi insanların emrinde ve kontrolünde olsun istiyorlar. Yunuslar mümkünse girişine para ödenen eğlence parklarında olsun. İştahları yaman, ve bu özgürlük laflarına karınları hep tok.