Kişisel güçlenme yolculuğumuz, her birimizin biricik varoluş ve direniş hikâyesi. Ve kadınların deneyimlerinden süzülerek gelen feminizmin o tılsımlı cümlesi karanlığımızı aydınlatan bir fener: “Kişisel olan politiktir”

Tokat: Kişisel bir güçlenme hikâyesi

Senem Timuroğlu

19 Ekim 2017’de kaybettiğimiz Babam’a,
Bana öğrettikleri, kendimi bulma yolculuğumda rehberliği için bin Şükran’la

On yaşlarındaydım. Annemle babamın tartışma seslerine uyandığım, sese doğru karanlık koridordan salon kapısına ilerlediğim ve o an ışığa alışan gözlerimle babamın anneme tokat attığını gördüğüm sahne, belleğime çok canlı kazınmış. Yavaşça salonun ortasına ilerleyip, anneme, “hadi gel gidelim buradan” dediğimi çok iyi hatırlıyorum. O geceyi annemin en yakın arkadaşı Şule Teyze’de geçirmiştik. Oyun arkadaşım, duyarlı, hassas, düşünceli, küçüklüğümün aşkı, kahramanı, yakışıklı babam, o tokatla kalbimi paramparça etmişti. Büyük bir hayal kırıklığıydı yaşadığım. Acaba, o, o anda annesine tokat atılan küçük kızla karşılaştığında ne hissetmişti. Daha sonra bu konuyu hiç konuşmadık. Diğer yandan o tokat bende bir aydınlanma, bir uyanış yolu açtı. İki insanın birbirini sevmesi ne demekti? İnsan sevdiğine şiddet uygular mıydı? Annem ertesi gün eve dönmüş, babamı affetmişti. Kendisine vuran birini insan sevmeye nasıl devam edebilirdi ki? Ama beni en çok meşgul eden soru şuydu: “Babam, anneme ne hakla tokat atabilirdi?”.

Hayatımda en sevdiğim erkekten aldığım bu yarayı ilk önce Duygu Asena sardı. Okul dönüşü bir akşamüstü, o tokatın gerçekleştiği salonun masasında Kadının Adı Yok bana bakıyordu. Odama kapanıp bir çırpıda adeta can halatına sarılırcasına okudum. Şimdi düşünüyorum da Çağdaş Yaşamı Destekleme Vakfında yetişkin kadınlara okuma yazma dersleri veren, kadın hapishanesine kreş açtırmaya uğraşan, Kadınca ve Duygu Asena okuyan annem, o tokadı nasıl hazmedebilmişti acaba. Bugün ancak fark edebiliyorum ki onun hesabını sormadığı tokadın peşine meğerse ben düşmüşüm. O tokat, kadınla erkek arasında bir güç hiyerarşisi olduğunu, erkeklerin kendilerini kadınlardan üstün gördüğünü fark etmemi sağlamıştı. Bu bilinçle okumaya, her anlatılan hikâyeye bu gözle bakmaya başlamıştım. Neden Havva, Âdem’in kaburgasından yaratılmıştı? Kadınlara haklarını Atatürk mü vermişti, peki neden kadınların hakları yoktu ki, kadınların hakları yoktuysa, hiçbir kadın buna itiraz etmemiş miydi?

Yaşım ilerledikçe, babamın denetimine kafa tutmaya başladım; neden istediğim gibi giyinemediğimden, eve geliş saatlerime, erkek arkadaşlarımla dışarı çıkabilmeye bir dizi soru, sorun ve çatışma. Babam, Türkiye’nin egemen erkeklik kodlarını taşırken, bunlardan bir nebze sıyrılabilmiş, kızlarına karşı son derece adil, eşitlikçi, eğitimlerini destekleyici davranabilmişti. Karşılıklı konuşup, tartışabiliyorduk. Sokağa çıkmaya, otobüse, dolmuşa, vapura binmeye başladığımdaysa, bambaşka bir şiddet evreni beni bekliyordu. Etrafta kızlara gözünü diken, baştan ayağa yiyecekmiş gibi süzen, laf atan, dokunmaya çalışan bir güruh vardı. İşte o sırada, on üç yaşımda bir gün vapurda kocaman bir mor iğneyle bir kadın adeta bir film kahramanı gibi belirerek mor iğne kampanyası çağrısında bulunduğunda tüm bu şiddetle baş ederken yalnız olmadığımızı anlamanın güven dolu huzurunu keşfetmiştim, aslında feminizmin sihirli gücüyle sarmalanmışım. Ben uzun süre, bu karşılaşmayı unutup, başka patikalarda, aşkın ve edebiyatın peşinde yol aldım. 30’lu yaşlarımda, çocukluk ve ergenlik evrenimi oluşturan bu karşılaşmalar ruhumda, zihnimde, bedenimde yer buldu. Yeniden yola koyuldum, zira olgun halimizle, 10 yaşındaki küçük kızın elini tuttuğumuzda sanki ruhumuzda daha bir kökleniyoruz. Bugün artık biliyoruz ki babamın attığı o tokat, aslında TCK'ya göre fiziksel şiddet, bir suç.

Kişisel güçlenme yolculuğumuz, her birimizin biricik varoluş ve direniş hikâyesi. Ve kadınların deneyimlerinden süzülerek gelen feminizmin o tılsımlı cümlesi karanlığımızı aydınlatan bir fener: “Kişisel olan politiktir”. Rosi Braidotti, feminist olmanın politik kimliğimizle ilgisinin yanında çocukluğumuza uzanan psikanalitik boyutunu, bilinçdışı patikalarını keşfetmenin kendini bilme yolundaki öneminden bahseder. Aynı şekilde Sara Ahmed de Feminist Bir Yaşam Sürmek adlı kitabında, aile sofralarındaki oyunbozan küçük kız çocukluğuna uzanırken, her feminist öznenin kişisel hikâyesine sahip çıkmasındaki güçlendirici ivmeyi vurgular.

Hepimizin büyüme hikâyesinin bir parçasına farklı seviyelerde, irili ufaklı travmalarla şiddet dokunmuştur. Hem evlerimizde, hem de bizi kuşatan toplumda. Yaralarımızı fark etmemiz, yaralarımızı iyileştirme yöntemlerimiz yaşam serüvenimizi oluşturuyor. Aklıma Emine Bulut’un 10 yaşındaki kızının, “Anne lütfen ölme” çığlığı düşüyor. 10 yaşındaki kız çocukluğum, Emine Bulut'un kızının elinden tutuyor; çocukken şiddetle karşılaşmış herkesin birbirine kenetlendiğini hayal ediyorum. “Kutsal aile”lerden çıkabilmiş, güçlenebilmiş olanların savunmasız olanlara, güçlenme yolundakilere ilham verebileceğine inanıyorum. Elbette, başkalarının yaralarına derman olabilmek için benzer şekillerde yaralanmamız gerekmez. Ancak her birimizin serüveni, geleceğin çocuklarına nasıl evler bırakacağımızı da belirleyecek.

cukurda-defineci-avi-540867-1.