Doğal afetler ve savaş da dahil olmak üzere insan eliyle yaratılan felaketler neoliberal birikim rejiminin kolladığı ve hatta kasıtlı olarak tetiklediği fırsatlardır

TOKİ’nin savaş rantı

ZEYNEP GAMBETTİ*

“Diyarbakır’ın Sur ilçesinde dönüşüm başlıyor. 9 bin binadan tarihi olanlar koruma altına alınacak. 4 milyar lira yatırımla Sur yeniden cennet olacak. Terör nedeniyle mağdur olan vatandaşlara ise ev fiyatları konusunda destek verilecek.” Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a yakınlığıyla bilinen işadamı Ethem Sancak’a ait Star Gazetesi, dört bir yandan abluka altında olan, yüzlerce kişinin top atışları yüzünden evlerini terk etmek zorunda kaldığı, sivillerin can güvenliğinin kalmadığı, cenazelerin günlerce sokakta kaldığı bir kentsel mekanla ilgili böylesi bir haber yapabildi. Devletin korumakla yükümlü olduğu nüfusa uyguladığı şiddetin ve bölge gerçeklerinin üzerini son derece sinsi bir şekilde örten “terörist temizleme” operasyonunun – yani topyekün savaşın – ne zaman ve nasıl sonlanacağı henüz belli olmamışken TOKİ’yi göreve çağıran Sabah ve Star gazeteleri, neoliberal kapitalizmin çehrelerinden birini de böylece ifşa etmiş oldular. Zira bu, Naomi Klein’ın Şok Doktrini adlı eserinde tasvir ettiği “felaket kapitalizmi”nin insan yaşamına ve acılarına ne denli kayıtsız kalabileceğinin Türkiye’deki en güncel örneklerinden biridir.

Şok Doktrini’nin hemen başlangıç sayfalarından bir alıntı, felaket kapitalizminin nasıl işlediğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermeye yetebilir. 2005’te ABD’nin güneyindeki New Orleans kentinin bir kısmını yutan büyük sel felaketinin üzerinden henüz bir ay bile geçmemişken, şehrin önde gelen Cumhuriyetçi Kongre üyesi şunları söyleyebilmiştir “New Orleans’daki toplu konutları nihayet temizlemiş olduk. Bu işi biz yapamıyorduk, Tanrı yaptı.” Aynı kentin en varlıklı müteahhitlerinden biri de şöyle bir ifade kullanır: “Sanırım, yeniden başlamak için temiz bir sayfaya sahip olduk. Ve bu temiz sayfayla birlikte elimize çok büyük bazı fırsatlar geçmiş durumda.” Kıssadan hisse: doğal afetler ve savaş da dahil olmak üzere insan eliyle yaratılan felaketler neoliberal birikim rejiminin kolladığı ve hatta kasıtlı olarak tetiklediği fırsatlardır. Bu tür olağanüstü yıkım süreçleri, tarihsel ve toplumsal koşullardan dolayı ranta açılamayan alanlardaki direnç unsurlarını “temizleyerek” buraları piyasaya katmanın vesilesi olur. Dahası, toplumda derin travmalar yaratan olağanüstü koşullar kamuoyunun dikkatini başka noktalara çekerken, yıkılan yerleri yeniden inşa etme olanağının holdinglerin iştahını nasıl kabartıyor olduğu tepki uyandırmaz.

Klein, felaket ekonomisinin dünya piyasalarını 2000’li yılların başında baş gösteren büyük durgunluktan kurtaran çözüm olduğunu ileri sürer. ABD’nin 2003’te kitle imha silahlarının varlığını bahane ederek Irak’ta başlattığı savaş, George W. Bush’un iddia ettiği gibi “terörle mücadele” yüzünden açılmamıştır. Irak Savaşı bir taşla iki kuş vurmaya yaramıştır. Bir yandan, “Şok ve Dehşet” adı verilen bombardıman sayesinde Bağdat’ın iradesi kırılmış ve Irak halkı savaşla disipline edilmiştir. Diğer yandan, savaş “özelleştirilmiş”, yani savaş makinesini besleyen ve her tür yıkımda devreye girebilecek olan özel şirketler ordusu alabildiğince genişletilmiştir.

Felaket kapitalizmini savaş fırsatçılığından ayırmak gerekir. David Harvey’nin mülksüzleştirme yoluyla birikim rejimi olarak adlandırdığı neoliberal süreçte kullanılan “akbaba taktikleri” kentsel mekanlarda ve daha çok konut sektörü üzerinden hayata geçirilir. Bu, düşük gelirli kesimi her tür yıkım ve kentsel dönüşüm projesi bahanesiyle yerinden ettikten sonra borçlandırarak “ev sahibi” yapma vaadiyle işleyen bir ekonomik sistemdir. Star gazetesi de aynen bunu ifşa etmektedir: “Silahlı eylemler öncesindeki rayiç bedelde ortaya çıkacak rakam yeni evin değerinden düşük ise vatandaş düşük faizli uzun taksitli olarak borçlanacak.” TOKİ’nin toplu konuttan çok kentsel dönüşüme hizmet ettiği, üstelik denetimsiz ve rakipsiz olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Diyarbakır’a yapılacak 4 milyar TL’lik yatırımın ziyadesiyle kâra dönüşeceği ortadadır.

Kültürel ve tarihi varlıkların turizm aracılığıyla metalaştırılarak gelir sağlayıcı aktiflere dönüşmesi, halka ait olanın özelleştirilmesinin bir yoludur. Kriz ve silahlı çatışma yüzünden yerinden yurdundan edilen nüfus işsizler ordusuna dönüşerek sermayenin kullanabileceği ucuz emek kaynağı haline gelir. Neoliberal birikim sürecinde devlet, sermayenin önünü açan ve kamusal kaynakların özel sektöre akışını düzenleyen aracı kurum vazifesi görür. Türkiye, İngiltere ve ABD’de daha ziyade yeni muhafazakar hükümetler tarafından başvurulan bu tür yöntemlerin uygulanabilmesi için “güvenlik” ve “terörizm” söylemleri fevkalade iyi iş görmüştür. Her iki söylem de toplumsal muhalefeti susturmak, emek mücadelelerini kriminalize etmek, yerel direnci kırmak ve polis ve kolluk kuvvetlerinin yetkilerini arttırmak için uygun ideolojik zemini hazırlamıştır.

Hem kronoloji, hem de örüntü açısından Türkiye’yle çarpıcı bir benzerlik içinde olan Peru örneğine kısaca değinmek, bu anlamda açıcı olacaktır. Peru’da 1980 öncesinde yönetimde olan askeri dikta işçi sendikalarını dağıtmış, binlerce kamu çalışanını işten atmakla kayıt dışı sektörü büyütmüş, çok sayıda sivilin işkence ve faili meçhul cinayetlerde ölmesine sebep olmuştu. 1980’de başa geçen sivil yönetimler ise hiperenflasyon ve ekonomik krizlere çözüm bulmak yerine ülkeyi patronaj ilişkileriyle idare ettiler. 1980’de Maoist gerilla hareketi olan Aydınlık Yol devlete karşı kanlı eylemlerine başladı. Ama bu dönemde ayrıca sivil toplum canlanma belirtisi göstermiş, mahalle ve il örgütlenmeleri aracılığıyla katılımcı bir yurttaşlık anlayışı gelişmeye başlamıştı. Fujimori 1990’da başa geçtikten bir süre sonra ekonomiyi neoliberal düzenin gereklerine göre yeniden yapılandırdı, Aydınlık Yol’un liderini yakalattı ve devleti güçlendirdi. Gerginliği oldukça azalmış bir siyasal alanda sivil toplumun iyice gelişmesi gerekirken, bunun tam aksi gerçekleşti. Bunun en büyük nedeni, Fujimori’nin terörizmi kendi otoritesini güçlendirmek, muhalefeti gayri-meşru göstermek ve kendisi aleyhine olan her grubu “terörist” olarak damgalamakta gösterdiği çabaydı. Bir Peru’lu aktivistin ifadesiyle – “quien habla es terrorista” – kamusal alanda iktidar aleyhine konuşmak, terörist damgası yemeği göze almak demekti. Fujimori, toplumu ve politikayı militarize etmek için rejimin tehdit altında olduğu, geçmişteki şiddet ve kaos dönemine her an dönülebileceği, teröristlerin hala etkin oldukları söylemini inşa etti. Sendika başkanlarını illegal örgüt üyeliğiyle suçlayan, gazeteleri hakimiyeti altına alan, insan hakları alanı başta olmak üzere her tür sivil toplum faaliyetini “terörün yeniden baş göstermesi” olarak gören Fujimori’nin 1991 yılında verdiği bir demeç manidardır: “Teröristlerin ve bunların maşası olan örgütlerin... ordunun sistematik olarak insan haklarını ihlal ettiğini iddia ederek Peru’nun imajına zarar vermek için ellerindeki tüm olanakları kullandıklarını ve kullanacaklarını biliyoruz.”

Ortadoğu’daki konjonktür, Rojava devrimi ve AKP’nin 7 Haziran seçimlerinde yaşadığı sarsıntı göz önünde bulundurulduğunda, iktidarın barış sürecini tersine çevirerek Kürtlere karşı bilfiil savaş ilan etmiş olmasının sebebinin “felaket kapitalizmi” olduğu elbette ki iddia edilemez. Ancak Kürtleri tank ve tüfekle disipline etmeye soyunan devletin, yerinden ettiği halkın yaşam alanlarını da turizme, ticarete ve kentsel toprakların değişim değeri üzerinden elde edilecek ranta açmayı planladığı da TOKİ meselesiyle ortaya çıkmıştır. Bu açıdan bakıldığında Mimarlar Odası Diyarbakır Şubesi Eşbaşkanı Merthan Anık’ın sözleri düşündürücüdür: “Ağır silahlarla tarihi bir kente saldırılıyor. Bu saldırıların bir nedeni olmalı. Bunun en önemli nedenlerinden biri de, kentsel dönüşüme zemin hazırlamadır.” Kuşkusuz ki devletin savaş aygıtının bölgeye boca edilmesinin esas nedeni, Kürt halkının devlet politikalarına karşı geliştirdiği direncin kırılması ve AKP’nin Kürt illerindeki oy potansiyelinin arttırılmasıdır. Ancak “şok doktrini” mantığının Diyarbakır’daki ilçeler arasında özellikle Sur’da devreye sokuluyor olmasının da bir hayli manidar olduğunu teslim etmek gerekir.

* Akademisyen, Boğaziçi Üniversitesi