Amerika Birleşik Devletleri üç gün önce Suriye’ye 59 Tomahawk füzesi fırlattı ve İslamcıların fabrika ayarlarına dönmesi 59 saniye dahi sürmedi, kendilerini yeniden emperyalizmin kollarına atabilecek olmanın sevinciyle, aralarının pek iyi olmadığı esas oğlan ABD’ye füze hızıyla aşk mektupları yazmaya, “Hadi o eski güzel günlere dönelim” demeye başladılar.

Böylece üç “masal”ın daha sonuna gelmiş olduk. Birincisi, kimi ulusalcı zevatın özellikle 15 Temmuz’dan beri bizi ikna etmeye çalıştıkları şeyin, yani iktidar partisinin “millici” ve “antiemperyalist” olduğu, Suriye’de ABD’ye karşı “vatan savaşı” verdiği, bu nedenle de desteklenmesi gerektiği masalının sonuna. İslamcılardan anti-emperyalist çıkmayacağı, siyasal İslam’ın doğasının işbirlikçiliği gerektirdiği ve Türk sağının baştan sona bir Amerikan projesi olduğu böylelikle bir kez daha tescillendi.

Sonuna geldiğimiz ikinci masal ise iktidar partisinin NATO’dan çıkacağı, üsleri kapatacağı ve Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olarak Avrasya blokuna geçeceği masalı oldu. Türkiye kapitalizminin, Türkiye sermaye sınıfının Batı’yla kurduğu ilişkilerin ve İslamcıların ABD’ye göbekten bağımlılığının böylesi bir eksen kaymasına hiçbir şekilde izin vermeyeceğini sosyalistler olarak sürekli söylüyorduk ve bu vesileyle bir kez daha doğrulanmış olduk.

Ve üçüncüsü, günlerdir anlatılan “haçlı ittifakına karşı ümmetin liderliği” masalı da böylelikle nihayetlendi; referandum süreci boyunca miting meydanlarında yuhalattıkları Batı’yla ve “Siyonist” dedikleri, güya karşısında Filistin davasını savundukları İsrail’le birlikte yeni-Osmanlıcılar da, halkının çoğunluğu Müslüman bir devletin topraklarını vuran ABD füzelerine biat etti, ABD’nin arkasında hizaya dizildi.

Güzel, masallar bittiğine göre hakikati konuşmaya başlayabiliriz artık. ABD’nin Suriye’ye saldırısına gerekçe gösterilen “kimyasal saldırı” ile başlayalım öncelikle. Bu saldırının faili kim, iddia edildiği gibi Suriye devleti sahiden de kimyasal bir saldırı mı düzenledi, yoksa cihatçıların elindeki bir kimyasal deposu yanlışlıkla ya da bilerek vuruldu mu ya da ortada bir CIA-cihatçı kumpası mı var, bunlara dair elimizde kesin bir bilgi yok, bilmiyoruz.

Söyleyebileceğimiz şey ise şu: Tam da yedi yılın sonunda, cihatçılara karşı hem askeri hem de moral üstünlüğünü ele geçirmişken, uluslararası konjonktür kendisinden yanayken ve saldırıdan henüz bir gün önce ABD resmi olarak “Esad’ın kaderine Suriye halkının kendisi karar verir” demişken, yedi yıldır son derece akıllıca bir strateji izleyen Suriye devletinin, sonuçlarının neler olabileceği bilinen böylesi bir saldırıyı yapma ihtimali ziyadesiyle akıl ve mantık dışı görünüyor.
Saldırının sonuçları ise gayet net: ABD’nin ilk kez Suriye’yi vurması, Suriye’deki önceliği Esad değil “IŞİD’le mücadele” olan Trump’ın ABD müesses nizamı tarafından hizaya getirilmesi, başta Fransa olmak üzere Avrupa’dan yükselen operasyon çığlıkları, Rusya’nın sıkıştırılması, İsrail’in bölgede kendine yeni bir zemin açması, Suudi Arabistan ve yeni-Osmanlı’nın yeniden ellerini ovuşturmaya başlamaları ve “güvenli bölge” planının tekrar gündeme gelmesi… Dolayısıyla saldırının kimin işine yaradığı ve kimin elini zayıflattığı kolaylıkla anlaşılabiliyor.

Gelelim uzunca bir süredir kafası kesik tavuk misali ortada dolanan Türk dış politikasına, yani emperyal ve mezhepçi heveslerin biçimlendirdiği yeni-Osmanlıcı akıl tutulmasına. Trump’ın saldırı sonrası yaptığı ve “Vurabiliriz” dediği ilk açıklamadan itibaren, bir kez daha dış politikadaki rasyonalite kaybının boyutlarını görme şansımız oldu. Daha geçen sene Rusya’nın uçağı düşürülmemiş ve onun bedeli ödenmemiş gibi, Rusya’yla ilişkileri onarmak için kırk takla atılmamış gibi, Astana’da Rusya ve İran’la Suriye için masaya oturulmamış gibi, o masada Suriye devletinin egemenliğini tanıyan deklarasyon imzalanmamış gibi, Tomahawk füzelerinin üzerine oturuldu ve dış politikada bir kez daha 180 derecelik bir dönüş yapılmış oldu.
Peki dış politika böyle bir şey mi, daha önce defalarca dile getirdiğimiz üzere Kayserili halı tüccarı kurnazlığıyla, çıkarları birbirleriyle örtüşmeyen güçlerle çıkar ortaklığı yapmayı deneyerek, onları idare ettiğini düşünerek, bütün taraflara gülücükler dağıtarak bir yere varılabilir mi, bu dış politikanın ulusal çıkarları gözetmesi söz konusu olabilir mi?

ABD nezdinde uzun süredir güvenilirliğini yitirmiş ve öngörülemeyen bir müttefikken, son bir yıldır Rusya’ya böylesine yanaşmışken ve AB ile bağları büyük ölçüde koparmışken, Tomahawklar tarafından büyülenmiş bir şekilde ve hiçbir şey olmamışçasına kendini tekrar Batı’nın kollarına atmaya çalışmak, sanıldığı kadar kolay olmayacak, ABD ve Batı hemen “Hadi gel” demeyeceği gibi Rusya da “Hadi git” demeyecektir. Velhasıl, ABD iç politikalarındaki dengeler ve uluslararası kamuoyuna mesaj vermek adına yapılan sınırlı bir güç gösterisine elde tuzlukla koşmanın bedellerinin neler olacağı bir kez daha yaşayarak görülecektir.