Kutup ayısı Arturo ABD’de doğmuş, Arjantin’de Mendoza “Hayvanat Bahçesi”nde otuz acı yıl geçirdikten sonra, delirerek ölen bir hayvan. Tüm bedeni, soğukta, buzlar içinde yaşamak, yüzmek için evrimleşmiş bir varlık. Doğduğu yerden alınıp, insanlar onu izlesin, keyif alsın diye doğal koşullarından koparılmış bir canlı. Elbette yalnızlık, sıcaklar delirtmiş kutup ayısı Arturo’yu. Otuz yıl iyi dayanmış. Dört yıl öncesine dek bir arkadaşı varmış, onu da kanserden kaybedince, ruh hali iyice bozulmuş Arturo’nun…

Ulusların sınırları hayalidir. Ancak doğanın koyduğu koşullar hakikidir. Sıcak iklimde yaşamaya alışkın bir kimsenin bedeni buraya uygun gelişir. Ruhu da uyumludur koşullara. Soğuk için de aynı durum geçerli elbet. Memleket dediğimiz, doğduğumuz yerdir ve yaşamaya alışkın olduğumuz, sevdiğimiz o topraklar. Uzak kalırsak, hele de mecburen sürgün edilirsek bunun acısını her yönüyle duyarız. O yüzden her canlının ait olduğu/hissettiği yerde yaşaması istenir. Gurbete gidenlerin, türlü konfora sahip olmasına karşın, mutlaka bir gün yurduna dönme isteği nedensiz değildir. Sanki toprak çağırır.

İnsanın kibri artık kendi varlığını ortadan kaldıracak hale geldi. Söz hakkı olmayan canlıları da hırslarımıza ortak ediyor, hakkımız olmadığı halde onların da yazgılarına biçim veriyoruz. İnsanlar için genelleme yapıyorum. Esasen tam bir açıklama değil bu. Çünkü insanların büyük çoğunluğunun da söz hakkı yok, yazgılarını belirleme olanağına sahip değiller. Uygarlık, giderek güçlünün ve zenginin diğerlerini daha kolay sömürmesi için kullanılıyor. Büyük çoğunluk kutup ayısı Arturo ile aynı konumda, yazık ki bunun farkında değil!

Artık ırkçılık salgını alabildiğine esir aldı insanlığı. Hayali sınırlarla ayrışmış insanlar, birbirilerine hiçbir nesnel gerekçe olmadan kin besliyor. Oysa benzer yazgıyı paylaşıyorlar. Dünyanın güzellikleri, değerleri çoğu hırslı, şımarık, meczup saltanat tutkunu siyasinin elinde tükeniyor. Bugün dünyayı yönetenlerin kim olduğuna bakın, kolayca anlayacaksınız. Demokrasi dediğimiz, sığ ve yeteneksizleri ödüllendiren düzen sonumuzu getiriyor. Sandıktan sadece diktatörler çıkıyor. Bu ABD’de böyle, Ortadoğu’da da! Kolaycılık, cehalet insanları ortaklaştırıyor.

Hitler Almanyası’nda Yahudiler çevrelerinde olan biteni önce “bize bir şey olmaz” diyerek karşılayıp, gündelik yaşamlarına devam ettiler. Gettolara götürüldüklerinde, içinde bulundukları koşullara uyum sağlayıp, alabildiğine iyimser davranmaya çabaladılar. Son aşamaya gelip, toplama kamplarında her türlü işkenceye maruz kaldıklarında ses çıkaramaz haldeydiler. Binlerce insan üç beş Nazi’ye boyun eğdi kamplarda. Önce akrabaları, dostları gaz odalarına götürülürken sustular, sonra kendileri itiraz etmeden ölüm odalarına girdiler. Faşizme dair en önemli soru bu; neden isyan edip, hakkınızı arayıp, dövüşmediniz?

Bu insanlar aptal, güçsüz, korkak oldukları için boyun eğmediler. Faşizm sürü bilincinden beslenir. Kimse kolayca sürüden ayrılmayı, bir başına kalmayı göze alamaz. Bir tür bulaşıcı hastalıktır bu. Yönetenler, egemenler nasıl çıldırmış biçimde kör bir vahşetle saldırıyorsa düşman saydıklarına; zulme maruz kalanlar da aynı dürtünün ters tezahürü ile boyun eğer ve teslim olurlar. Çıldırma halidir bu.

İnsanlık bu sınavı verdi, dersler edindi sanıyoruz ama yazık ki yanılıyoruz. Kutup ayısı Arturo’yu katleden “sıradan kötülük” ile ülkemize zorunlu göç eden Suriyelileri düşman sayan kafa aynıdır. Kendi hakikatini görememek ve ihtiraslı, bencil duygulara yenik düşmek asıl sorundur. Diktatörler bu ortamda iyice sarhoşlaşır ve zâlimleşirler!

Peki ya işbirlikçilik edenlere ne diyeceğiz?

Toplama kampında yaşadığını ve çıldırmak üzere olduğunu fark edemeyen insanlık için ne diyeceğiz?

Faşizm salgını hepimize bulaşıyor, ya bugün ses vereceğiz ya hepimiz gaz odasında boğularak öleceğiz.

Hepsi bu.