Bir felaket ve 500’e yakın ölü; 1600’den fazla yaralı ve 2000’den fazla yıkılmış bina var. Hepimiz çok acılıyız...

Bir felaket ve 500’e yakın ölü; 1600’den fazla yaralı ve 2000’den fazla yıkılmış bina var. Hepimiz çok acılıyız; söylenecek, paylaşılacak çok şey de var. Ama ne kadar dillendirsek de, acıyı ve kaybı yaşayan bizler değiliz. Sokaklarda, soğukta kalanlardan olmadığımız gibi. Bu nedenle acılı söylemlerden daha anlamlı olan, bir yanda insani ve toplumsal borcumuzu yerine getirmek, öte yanda da bu felaketin hesabını sorarak gelecek felaketleri önlemek olabilir.

Evet, şimdi yardıma koşmak, el uzatmak, yaraları sarmak zamanı. Bunu onlara borçluyuz. Ancak, bir borcumuz da bu acı bilançonun sorumlularının peşini düşmek; insan eliyle yaratılan bu felaketin sorumluların yakasını bırakmamak.

Sorumlu olanların başında hükümetler ve yerel yönetimlerin geldiğine kuşku yok. Yasaların çıkarılmasından uygulanmasına uzanan sorumluluk tablosunun ilk sırasında onlar yer alıyor.

Bu ülkenin fay hatları üzerinde ve her zaman deprem beklenen bir ülke olduğu bilindiği gibi, 1999 Marmara depremi asıl derdimizin dayanıksız inşaatlar olduğunu da açıkça ortaya koydu. O günden buyana uzmanlar sürekli olarak deprem riskinden, buna karşı alınacak tedbirlerden söz ettiler; bu konuda birçok rapor hazırlandı. Buna karşın, hiçbir yerde hazırlanan raporların gereği yerine getirilmedi.

Kısacası tehlike biliniyor; defalarca felaket yaşanmış; acı büyük; yapılacak olanlar belli; bunun için vergilerle kaynak da yaratılmış. Ancak…

Yasaların yeterli olmamasının ötesinde, yasaların öngördüğü kurallara bile uyulmamış ve kamu binaları bile “çürük” binalar olmaktan kurtulamamış.

Hükümet kaçak yapılaşmayı teşvik edecek biçimde imar afları çıkarmaktan vazgeçmemiş.

Belediyeler, çürük binalara da, kaçak yapılaşmaya da ruhsat vermekte sakınca görmemiş.

Bu da yetmemiş, son olarak nüfusu 5000 kişinin altında olan yerleri yapı denetim sisteminin dışına çıkaracak düzenlemeler yapılmış. 

Ve eski binaları iyileştirmek üzere toplanan paralar, beklenen deprem felaketlerinin acılarını, kayıplarını azaltmak için harcanmak yerine, bilinemeyen yerlere harcanmış.

Öyleyse, fazla söze hacet var mı?

Öte yandan, bu felakette müteahhitler, mühendisler, mimarların payını da unutamayız. TMMOB, Van’dan “Sesimizi Duyan Var mı?” diye sesleniyor. Acıyı paylaşırken, bugüne dek yaptığı ve dikkate alınmayan uyarılarını dile getiriyor. Söylediklerinde haklı. TMMOB olarak toplumsal sorumluluğu dikkate alan bir politika izledikleri de ortada.

Ancak, bir de “ama“ var. Binaları yapan müteahhitler gibi, bir yanda onların yanında çalışan, plan, proje hazırlayan, öte yanda kamuda, yerel yönetimlerde denetimle görevli mühendislerin, mimarların sorumluluğunu görmezlikten gelebilir miyiz?  “Deprem değil, çürük bina öldürür” diyorsak, onların da bu sağlıksız yapılaşmadaki sorumlulukları unutulabilir mi?

Yalnız deprem de değil, her yerde karşımıza çıkan çarpık kentleşme ve sağlıksız yapılaşmanın arkasında, yönetimler gibi, mühendislerin ve mimarların payı da var. Öyleyse, TMMOB’ye ve bağlı odalara kendi sorumlulukları üzerine düşünmek düşüyor. İnsanı, çevreyi, tarihi korumak gibi, odalarının saygınlığını korumak adına da buna ihtiyaç var.

Bu acı faturadaki sorumluluğun, daha da ötelere, topluma, sade vatandaşa kadar uzandığı da bir gerçek. Galeri yapmak, kahve açmak için alt katta binanın kolonlarını kesen de, kaçak kat çıkan, gecekondu yapan, aldığı evin depreme dayanıklılığına aldırmayan da bir biçimde sorumlu. 

Kısacası, en başa yönetimleri koysak da, baştan ayağa kadar uzanan bir sorumluluk var. Her yerde hırsa ve tamahkarlığa kapılan insanı görüyoruz. Öyleyse sorgulamamız gereken, yalnız şu veya bu kişi olamaz.  Birilerinin günahı açık; açık ama daha geride kalan ve sistemden insana uzanan bir mantık, düşünce, anlayış biçimi olduğuna da kuşku yok.

O nedenle, insana, ahlaka, vicdana ne olduğunu soruyorsak, insandaki çıkarcılığı pompalayan, köşe dönmeciliği ödüllendiren sistemi düşünmek gerekiyor. İnsana ve kentlere nasıl kıyıldığına üzülüyorsak, arkada siyaset ve ekonomiye “nur” yağdıran rantları, rant ekonomisini görmek gerekiyor. İçi boşalan yasaları, kağıt üzerinde kalan denetimleri, denetlenen ve denetleyenlerin aynı kişiler olması gibi garabetlere şaşıyorsak, şu veya bu kişiden önce,  kapitalist mantığı, kapitalizmin çıkarcı mantığını göz önüne almak gerekiyor.

Şimdi kaçak yapıların peşine düşülecekmiş! Bakmayın!

Bu ülkede işsizlik, yoksulluk, adaletsizlik bitmezmiş gibi, acı üstüne acı yaşanıyorsa, toplumun da yönetimlerin ve sorumlu kişilerin peşine düşmesinden başka çıkar yok. Bu kadar “ahlaksızlığa ve vicdansızlığa” yol açan düzeni sorgulama noktasına gelmesine de ihtiyaç olduğu ortada.Gerisi de boş.