Toplum, özellikle bu topraklarda ciddi anlamda bir tehlikenin içinde. Winnicott’un yazdıklarından biliyoruz ki, bir toplumu tehlikeye sokan şey insanın saldırganlığı değil, bireylerin hareketliliğinin engellenmesidir. Linç yeme, kovuşturmaya uğrama gibi korkular nedeniyle görüşlerini paylaşanların ciddi oranda azaldığı ortada. Yine de her şeye rağmen lokal olarak bir hareketlilik olsa da, gösteriler, grevler, direnişler, bütün bu hareketlilikler şiddetli bir biçimde bastırılmaya çalışılıyor. Tersine bir saldırganlık, ekonomik ve siyasi olarak zaptedilme, hareketsiz bırakılma durumu, bir toplum için en büyük tehlike.

Winnicott, bebeklerin anne karnındaki hareketliliğini örnek gösterir. Bebeklerin tekmelemesi, bir öfke durumu olarak değil, bir canlılık belirtisi olarak yorumlanır. Bebek, tekmeleyerek, iterek, kendisini dünyaya doğru hareket ettirir. Bu hareketlilik, inişli çıkışlıdır, bazen dünya ona boyun eğer, bazen o dünyaya, ama onu çepeçevre kuşatan yumuşak doku bu tepkileri yumuşatır, kavrar. Zaten sahte kendilik, onu kuşatan bu çevrenin çok sert ve katı olması durumunda, tepkisel olarak ortaya çıkar, kendi potansiyeli, araştırmanın, zorlamanın, keşfetmenin zevkleri engellendiği için. Bir bebek ve benlik için canlı olmanın koşulu, bu araştırma, zorlama ve keşfetme zevkinde aranmalı. Bu dünyayı başka türlü kendimize ait hissedemeyiz. Gezi Direnişi’ni düşünelim, bunların hepsi vardı, o müthiş hareketlilik… Bireyler farklı farklı düşünseler de belki de ilk defa bu dünyayı kendilerine ait hissetmişlerdi. Darbe girişimi, şu bu, dış ve iç mihrak söylemleri, işten atılma ya da hapse atılma korkuları ve daha pek çok şeyle birlikte, bir de üstüne pandemi gelince, hareketlilik büyük oranda azaldı.

Bu hareketlilik engellendiğinde birey kendisini gerçek hissedemez. Dünyaya itilirken karşısına çıkan nesneler canlılık hissi uyandırmaz, bu nesnelerle ilişkisi ‘uyaranlara tepki verme’ şeklinde gerçekleşir, zulmetme arzusu ya da zulmedilme korkusu şeklinde. Tıpkı bir bebeğin tepkilerini yeterince sağlam ve yeterince yumuşak bir biçimde kavrama zorunluluğu gibi benliğin tepkilerini kavrayamayan bir dış dünya, artık sadece tehlikeli bir yere dönüşür.

Winnicott, yaratıcı benlik üzerine yazdığı bir makalede, bebeklerin eğer yeterince zaman verilirse, dokunarak ve koklayarak memeyi yarattıklarını yazmıştı. Başlangıç olarak açlığı koymuştu Winnicott, bebek acıktığında düşünmeye başlar ve anne memeyi onun ulaşabileceği bir yere koyduğunda, bu araştırma ve keşfetme zevkiyle birlikte meme belirir. Anne, bebeğin baskın olmasına izin verir, keşfetmesine, yaratmasına. Burada sadece fiziksel bir eylem ve doyum yoktur, psişik bir erişim ve yaratım da vardır.

Yaratıcı yaşam, sürekli olarak dışa doğru genişleyen ve dünyalar yaratan bir eyleme biçimidir. İç ve dış gerçekliğin o ara bölgesinde gerçekleşir her şey, hayal kurmayla gerçeklik arasındaki o gerilimde. Bunun için baskıyı karşılayacak bir dünyaya baskı yapmak gerekir. Siyaset tam da burada anlamlı bir hale gelir, o dış dünyanın koşullarını bireylerin yaratıcı bir biçimde yaşamalarına uygun hale getirerek. Çünkü siyaset de, olan ile olması gereken arasındaki gerilimden doğar ve bu gerilimin en önemli ayağı bireylerin dünyaya uygulayacağı baskıdan başka bir şey değildir, Yine Winnicott’un yazdıklarından biliyoruz ki, bireye hayatın yaşamaya değer olduğu duygusunu veren de bu yaratıcı yaşamdır aslında. Bireylerin hareketliliğinin engellendiği bir toplum cansızlaşır, içten içe çürür. Uyum, birey için bir yararsızlık ve anlamsızlık duygusuna neden olur. Çare uyumsuzlukta değil, uzlaşmadadır.