‘Deli İbram Divanı’ ile okurla buluşan Ahmet Büke, aşındırılan ya da yok sayılan toplumcu-gerçekçi damarın hâlâ güçlü biçimde attığını, sadece birilerinin cesaret etmesi ve ona doğru yönelmesi gerektiğini ifade ediyor.

Toplumcu-gerçekçi nabız hâlâ atıyor

Onur KILIÇ

Yazar Ahmet Büke, kaleme aldığı çok sayıdaki öykü kitabının ardından ilk romanı Deli İbram Divanı’nı Kasım ayında okurla buluşturdu. Kısa zamanda büyük ilgi gören ve dördüncü baskısını yapan roman, 1950’ler İzmir’inde bir adada yaşayan balıkçı ailesinin etrafındaki çalışma ve yaşam mücadelesine odaklanıyor, sınıf ve çevre sorunlarını gündeme getiriyor. Büke ile eserine de kollarını açan İzmir’de görüştük.

Deli İbram Divanı, iliklerimize kadar hissettiğimiz ekonomik krizin, yayıncılık dünyasını da sarstığı bir dönemde, kısa zamanda dört baskı yaparak büyük başarı elde etti. Uzun soluklu edebiyat yolculuğunuzu daha çok öykülerle sürdürdünüz. Bu ilk romanınız. Bunu bekliyor muydunuz?

Türkiye’de ve dünyada romanla kıyaslandığında öykü çok okunan bir tür değil. Dolayısıyla romanın daha fazla okunabileceğini öngörüyordum. Ama üç ayda dördüncü baskıya ve yirmi bin okura ulaşabileceğini doğrusunu isterseniz ben de beklemiyordum. Öte yandan bu sürpriz olarak da görülmemeli. “Toplumcu/gerçekçilik” olarak bilinen edebiyatın, tarihsel olarak geniş bir okur kitlesi vardır bizde. O geleneğe yaslanan bir metin olduğu hissedilince hatırı sayılır bir okur grubuna erişti diye düşünüyorum. Her ne kadar bize büyük hikâyeler çağının bittiği bir dünyada yaşadığımız anlatılsa da böyle değil. Hâlâ hikâyenin önemli olduğu bir dünyadayız. İyi bir hikâyeniz varsa, bunu da iyi bir dil ve edebiyatla anlatıyorsanız okuru oluyor. Siyasette de bu böyle, iyi bir hikâye her zaman hayatta karşılık buluyor.

“Deli İbram Divanı”, bir denizcilik romanı olarak değerlendirildi. Sizce de böyle mi?

Denizde geçen, denizin özne olduğu, önemli ölçüde denizcilik kültürüne referansları olan bir roman. Ancak klasik denizcilik romanlarına bakıldığında öyle de saymayabilirsiniz. Bu taraftan eleştiriler de oldu. Hemingway’in İhtiyar Balıkçı ve Deniz’i gibi baştan sona denizin konu alındığı bir metin değil; odağı toplumsal meseleler olan, denizin de özne olduğu bir metin. Dolayısıyla, bu tanımlama beni rahatsız etmiyor ama bundan ibaret olmadığını da biliyorum.

Ben İzmir Körfezi açıklarında bir adada yaşayan balıkçı ailesinin etrafında bir hikâye anlatmak istiyordum. Uzunca süre deniz, denizcilik, balıkçılık konularına çalıştım; hazırlandım. 1950’li yılların İzmir’i, memleket halleri, siyasi çalkantılar, hayatta kalma, siyasi özne olma ve sınıf çatışması üzerine bir yapıt “Deli İbram Divanı”. Sınıf savaşının ve çevre sorunlarının köklerinin anlatıldığı bir hikâye. Okurun hissettiğinin ve ilgisini çekenin de esas olarak bu olduğunu düşünüyorum. Sınıf savaşının ve çevre mücadelesinin iç içe geçtiği bir tarihsel dönemin içindeyiz.

'EDEBİYAT İHTİYAÇTIR'

Sınıf mücadelesi son dönemlerde edebiyat açısından çok değinilen bir konu olmaktan çıktı, toplumcu gerçekçi edebiyata karşı küçümseyici bir yaklaşım da var. Bu kitapta ise tersinin altı çiziliyor. Bu, toplumcu gerçekçi edebiyata yeniden yönelmenin bir işareti olarak algılanabilir mi? Bu edebiyat yeniden büyük kitleleri edebiyatla buluşturabilir mi?

Sınıf mücadelesi, mülksüzleştirme bağlamında anlatılıyor romanda. Balıkçılar kendi işlerini yaparken, kapitalist gelişimle birlikte birilerinin namına çalışan işçi haline geliyorlar. Denizlerinden, dalyanlarından, suyundan, toprağından koparılıyor ve ücretli çalışan oluyorlar. Kendi, kuralı, ahlakı, etiği, “raconu” olan avcılıktan, kuralsız, ahlaksız, vahşi avcılığa, çevrenin de tahrip edildiği “vahşi kapitalizme” geçiş bu aynı zamanda. Mülksüzleştirme ile çevre tahribatı birbirine paralel olarak gidiyor. Buradan bakınca toplumcu-gerçekçi edebiyattır. Elbette edebiyatın karikatürize edilmesine de neden olan kaba bir anlatıyı hedeflemedim. İyi bir edebiyat, dil ve hikâye içinde örerek anlatmak istedim derdimi.

Mevcut durum hem edebiyatın özgünlüğünü koruyarak, hem de toplumsal meseleleri odağına alarak bir hikâye ile örüldüğü zaman ilgi görebileceğinin işareti. Aslında edebiyat hikâyeye çağırır insanları. O hikâyenin içinde yer almak ister ve oradan kendi hikâyesini üretir. Bir ihtiyaca karşılıktır edebiyat. Ki haz almanın da maddi temeli vardır. Merak haz vericidir, haz verdiği için merak ederiz. Meraklı topluluklar, meraksızlara göre doğal seçilimle gelmiştir evrimle. Haz mekanizması onu tetikler, maddi temeli de hayatta kalma üzerinedir. İnsanların edebiyata olan ihtiyacı da bu noktada kendi hikâyelerini kurmada bir dayanak noktası oluşturmaktan ileri gelir. Bu açıdan bakıldığında, o aşındırılan ya da yok sayılan damarın hâlâ güçlü biçimde attığını, sadece birilerinin cesaret etmesi ve ona doğru yönelmesi gerektiğini gösteriyor. Bu örnekler çoğalırsa başarı da çoğalacak, daha fazla okurumuz, daha fazla yazarımız olacak.

Toplumcu gerçekçi edebiyatın keskin ayrımlar edebiyatı olduğu; iyi ve kötü karşılaşmasına dayanan bir kahraman edebiyatı olduğu söylenir. Postmodern edebiyatta ise iyi ve kötü aynı bünyede temsil edilebilir, insanın içindeki iyilik-kötülük, katmanları irdelenir. “Deli İbram Divanı’nın da iyi ve kötünün kişiler düzeyinde temsil edildiği, kahraman edebiyatı olduğu söylenebilir mi?

“İyiyi” temsil eden karakterler iyiyi de kötüyü de içlerinde barındırıyorlar. Ama birtakım tercihleri var ve onlar da bazen kendi iradelerinden bağımsız olarak, maddi koşulların getirdiği, dayattığı tercihler. Kitaptan gidersek; Terzi Osman aslında kahraman değil. Ada’ya dönüp hayatına kaldığı yerden devam etmek istiyor. Babasının intikamının peşinde koşan birisi değil. Ama hayat üstüne üstüne geliyor. Çünkü maddi temeli var oradaki çatışmanın. Ondan kaçamaz. Osman hem iyiyi barındırıyor, hem kötüyü ama ait olduğu sınıf ve maddi koşullar onu mücadeleye, bir cenge davet ediyor. Mecburen icabet ediyor. Deli İbram da diyor ki; “Madem icabet edeceksin, onun gereklerini yerine getir, neyse savaşın koşulları ona göre savaş.” Yaptıkları şey o aslında. Sonunda da iyilerin ya da güçsüzlerin kazanıp kazanmadığını bilmiyoruz. Deli İbram bu yüzden dönüp adaya diyor ki: “Kardeşim kendi kaderinize kendiniz sahip çıkın, kendiniz siyaset olun. Sıra sizde. Eğer bunu yapmazsanız yeni Eczacı Süleyman’lar çıkar; Terzi Osman’ları yine yener.” Yani o klişenin dışında, asılmak istenen yaftayı yırtan bir metin bence bu.

Deli İbram, mücadelenin nasıl yürütülmesi gerektiğine ilişkin, stratejik taktik görüşler de dile getiriyor ve bu görüşler belli kişilerin temsil ettiği kuşaklar bağlamında ele alınıp tartışılıyor.

Didaktik bir tarzda strateji-taktik tartışmasına girmeyi özel olarak hedeflemedim. Hikâyenin kendi seyri bu tartışmayı getirdi. İki kuşak ya da üç kuşak var aslında. Demirci Asım ve Balıkçı yiğit, cesur insanlar ama reaksiyonerler. Diğer yanda Deli İbram ve onun yetiştirdiği Terzi Osman var. Deli İbram mücadele geleneğinin deneyimlerinden yola çıkarak görüşlerini geliştiriyor. Önceki kuşağın cesaretinin altını çiziyor ama zafer elde etmek için cesaretin tek başına yeterli olmadığını da biliyor. Çünkü düşman güçlü ve örgütlü. Sen ise örgütsüz ve zayıfsın. Cesaret ve kararlılık çok önemli ama bunu akılcılıkla birleştirmezsen, yapman gerekeni gereken zamanda yapmazsan yenilirsin. Bunu anlatmaya çalışıyor Deli İbram. Dolayısıyla geçmişin hem devamı, hem de eleştirisiyiz diyor. “Biz onlardan geliyoruz, onlardan tarafız, onlardan feyz alıyoruz ama onun eleştirisiyiz” diyor ve Terzi Osman’ı bu görüşlerle yetiştiriyor. En sonunda da halka dönüp “Öncüne güven ama daha önemlisi sen kaderine sahip çık” diyor. Bunun adı kendi kaderine sahip çıkma mücadelesi.

Roman, 1950’lere odaklanıyor. Neden?

1950’ler genel olarak Türkiye ve özel olarak Ege için kritik bir dönem. Hikayenin geçtiği Ege Bölgesi’nde 50’li yıllarda çok kritik değişimler yaşandı. II. Dünya Savaşı sonrası, yeni bir dünya kuruluyor, Türkiye de yerini alıyor. CHP içinden Egeli toprak ağaları Aydınlı Menderes ve Manisalı Lütfi Karaosmanoğlu’nun başını çektikleri Demokrat Parti’nin kuruluşu. Çok partili hayata geçiş ve DP iktidarı. Sermaye birikim sürecinde, kapitalizmin gelişmesinde yeni bir evre. Deli İbram Divanı’nda denizde, balıkçılıkta yaşanan süreci ele aldım. Örneğin Söke Ovası’nda toprakta, tarımın kapitalistleşmesini ve sonuçlarını da ele alabilirdim. 1950’lilere kadar da Söke Ovası’nda büyük toprak sahipleri var ama su olmadığı için, endüstriyel tarıma geçilemiyor. 50’li yıllarda işin rengi değişiyor. Söke’ye su geliyor ve büyük alanlarda tarım yapılmaya başlanıyor. Traktör ithalatı serbest bırakılıyor ve alım başlıyor. Çok büyük alanlar sürülüyor. Tarımsal üretim patlıyor. Toprak bire bin, on bin kazandırmaya başlıyor. Tarımda kapitalistleşme tarım işçisi talebini getiriyor. Toprağın verimsizliği, sulama imkânlarının olmaması vb nedenlerle tarımın gelişmediği Ege kırsalından Söke Ovası’na tarım işçisi akıyor. Sınıf kompozisyonu değişiyor. Büyük sermaye birikimi Kuşadası’nda ilk yazlık evlerin yapılmasını tetikliyor. Söke’deki toprak ağası çok kazanınca iyi yaşamak istiyor. Yazlık yapıyor, otel çalıştırmaya başlıyor. İnşaat sektörü gelişiyor. Turizm yeni bir sektör olarak belirince Kuşadası’nda kendini doyuramayacak durumda olan balıkçı aile balık satarak para kazanmaya başlıyor. Böyle zincirleme bütün havza değişiyor. Deli İbram Divanı, bu değişimin Köstence’de balıkçılık ile geçimini sağlayan insanların hayatlarına yansımasını ele alıyor.

'BEN HİKÂYE ANLATICISIYIM'

Ahmet Büke öykücülüğünün sıkı takipçileri kendilerini bundan sonra daha çok roman okumaya mı hazır hissetmeliler?

Ben aslında romancı değilim, öykücü de değilim. Ben kendimi hikâye anlatıcısı olarak görüyorum. O hikâye hangi forma daha uygunsa o yoldan gidiyorum. Bazen senaryo, bazen çocuk edebiyatı, bazen öykü, bazen de bugünkü gibi roman. Yarın başka bir hikâyenin peşine düşeceğim ve onun ihtiyacı ne ise onu seçeceğim.

Sesli kitap giderek daha çok talep görüyor... Okur-yazar, okur-kitap ilişkilerini de etkiliyor. Size böyle öneriler geliyor mu, bu alana nasıl yaklaşıyorsunuz?

Ben klasik kitap okuru kategorisindeyim. Benim için kitap hâlâ fiziksel bir nesne ama çağ da tabii ki değişiyor. Bununla ilgili yapılan araştırmalarda kitabı okurken ve dinlerken gerçekleşen beyinsel faaliyetleri izleniyor insanların. Bildiğimiz kitabın yok olacağını düşünmüyorum ama sesli kitap yükselecek. Öykülerimden seslendirilenler oldu. “Deli İbram Divanı” için de öneriler var.

Sesli kitap demişken; Ercan Kesal, Gülçin Santırcıoğlu, Taner Birsel Deli İbram Divanı’ndan pasajlar okudular.

İşlerini, eserlerini, izlediğim, sevdiğim sanatçılar. Onlar da benim okurlarım. Güzel bir dayanışma oldu. BirGün aracılığıyla teşekkürlerimi; selam, sevgilerimi iletiyorum.