Toplumcu gerçekçiliğin güzel bir örneği

SERHAN AYTEKİN

Zarını hayattan, yaşama sevincinden ve mücadeleden yana atan, emeğin bu mücadelenin en önemli ayağı olduğunu düşünen; “Ölüm hiç önemli değil, yaşam var dağ gibi yaşam var gökyüzü, deniz” diyen ve 1980’de halk düşmanlarının kurduğu pusuda katledilen Ümit Kaftancıoğlu, Cilavuz Köy Enstitüsü’nde okurken edebiyatın derin sularına dalmış ve ilk öyküsünün yayımlandığı 1955’ten itibaren toplumsal sorunları anlattığı eserleriyle adından söz ettirmişti.
Kaftancıoğlu’nun metinlerinde, hem edebî yön ağır basıyordu hem de siyasal-toplumsal çözümlemeler yer alıyordu. Kırsalın gerçekliği ile kurmacayı bir araya getiren yazar, herkesi kucaklıyordu.

Edebiyatın toplumsallaştırılması ya da toplumsal edebiyat yolunda çok önemli bir özneydi Kaftancıoğlu; Talip Apaydın’ın ifadesiyle “yolun ve yolculuğun yazarıydı”: Öykülerinde ve romanlarındaki ana karakterlerin yaşam mücadelesi ve Kaftancıoğlu’nun yazarlığını geliştirmesi bağlamında bir yolculuktu bu. Yazar, bu yolda bildiği ve içinden çıktığı dünyaya ağırlık verirken onu kurmacayla besleyip büyütüyordu.

İlk baskısı 1972’de yapılan ve okurla yeniden buluşan ‘Dönemeç’ isimli kitap da Kaftancıoğlu’nun doğup büyüdüğü coğrafyaya dair öykülerden oluşuyor.

‘YAZGI’YA BAŞKALDIRI

‘Dönemeç’te on üç öykü yer alıyor; bunlar birbirinden ayrı gibi görünse de tamamının ortak bir noktası var: Doğayla ve birbiriyle mücadele eden insanlar yer alıyor hikâyelerin hepsinde. Şartlar çetin. Yaşam kavgası sert. Kurtuluş ve hayatta kalma umudu ise ayakların bastığı toprağa yabancılaşmadan başka bir hayat kurmak. İçine doğulan ortamı tanıyarak fakat ‘yazgıya’ başkaldırarak gerçekleştirmek gerekiyor bunu. Söz konusu başkaldırı, kimi zaman kavgayla şekilleniyor kimi zaman bir Köy Enstitüsü’ne girmek için varını yoğunu ortaya koyarak ve dişini tırnağına takarak. Eşraf ve yaşam arasındaki sıkışmışlıktan sıyrılmak yani umudu yeşertmek için dağlar aşılıyor, doğayla mücadele ediliyor. Dolayısıyla kişiler kadar dağlar, kış ve çorak topraklar da öykülerin ana karakterleri hâline geliyor. ‘Ulgar’ öyküsündeki şu satırlar buna güzel bir örnek: “Zemheride dağ aşılır mı, bunlar delidir’ deniyordu. Öte yanda herkes de biliyordu ki gitmezlerse oğul uşak damın deliğinde ölecekler acından. ‘Aha diyelim ki Ulgar’ı geçtiler, ya Evgenek ya Düz Ardahan?.. Kuş uçurmaz, kuş!.. Kanat taksalar uçamazlar!’ söylentileri kırk birleri kırka indirdi. O akşam her çeşit hazırlığı yapan Taştan Ağa caydı. Bedel’e oğlunu yollayıp: “Gözüm tutmadı, düşümü karışık gördüm, ben gelmiyorum…’ dedirtti.”

GARİP’İN KÖYÜ

‘Dönemeç’te yer alan öykülerinde Kaftancıoğlu, haksız biçimde köylülerin elinden tarlalarını almaya uğraşanları, yolunu kaybedip büyük korku yaşayan bir çocuğu, edilen bedduaların ters tepişini, iftiraların ve dedikoduların yol açtığı hazin sonu, Köy Enstitüsü’nde edinilen bilgilerin bir grup insanın hayatını nasıl değiştirdiğini, yazılan bir mektubun yanlış adrese gönderilmesinin ardından yaşanan gülünç durumu, kan davasını andıran cinayet silsilesinin saçmalığını da anlatıyor.

Hasan İzzettin Dinamo, ‘Yeni Ortam’da 19 Kasım 1974’te yayımlanan yazısında, ‘Dönemeç’e dair şöyle bir belirleme yapmış: “Dikkatli bir okur, bu hikâyeleri okuduktan sonra, yazarın köyünün bütün toplumsal gizliliklerine kolayca giriyor. Kitapta ayrı ayrı adlandırılarak verilen bu hikâyeler, Garip’in köyünün bütün romanıdır. Her hikâye, bize köyün başka bir yanını anlatıyor, böylece yavaş yavaş roman bütünleniyor.”

Kaftancıoğlu, ‘Dönemeç’te kendi yaşamından izlere yer verirken içinden çıktığı coğrafyadaki mücadeleyi, çetin şartları ve insan ilişkilerini getiriyor karşımıza. Böylece öyküler, toplumcu gerçekçiliğin güzel örnekleri olarak tarihteki yerini alıyor.