Toplumda yaygın olan huzursuzluğun nedenleri

2020 yılına peşpeşe yaşadığımız canımızı yakan olaylarla başladık. 2020’nin daha başında bitmesini isteyenlerden ‘Sırada ne var’ diye huzursuzluğunu belirtenlere kadar toplumun birçok kesiminde hâkim olan duygu hoşnutsuzluk.

Beraberinde toplumsal bir melankoli açığa çıkmış durumda. Peki sahiden de elimizi kolumuzu bağlayıp oturmanın dışında bir çözüm yolu yok mu?

Elazığ depreminin ardından ‘deprem vergilerinin nereye harcandığını’ soranlar, iktidar yetkilileri tarafından vatan haini ilan edildi. İstanbul’da piste inişi sırasında 3’e bölünen ve 3 yurttaşımızın hayatını kaybettiği olaya dair soru soranlar ışık hızıyla bozguncu oluverdi. Bu ve benzeri olayların ardından yaşananlar uzunca bir süredir benzer bir tabloya işaret ediyor.

Toplum, kurumların neredeyse hiçbirinde liyakatle işlerin yürüdüğüne inanmıyor ve özellikle resmi kurumlar nezdinde hesap verilebilirliğin ise esamesi okunmuyor. Bu sorunları biraz eşelediğimizde ise altında yatan olgunun toplumun yeteri kadar örgütlü olamaması olduğunu görebiliyoruz. BirGün Kolektifi olarak son zamanlarda toplumca içine düştüğümüz melankolik halin arka planını Sosyolog Yavuz Çobanoğlu ve Psikiyatrist İlker Küçükparlak’a sorduk.

Söz konusu alanlara dair çalışmaları bulunan Çobanoğlu ve Küçükparlak analizlerini söz konusu dosyamızda okurlarımızla paylaştı.

Yavuz Çobanoğlu / Sosyolog

TOPLUMDA YAYGIN OLAN HUZURSUZLUĞUN NEDENLERİ

Örgütsüz kitleler güven duygusundan yoksun kaldıkları ortamlarda içeriye doğru patlarlar. Yani şeffaflıktan uzak, sorumluların hesap vermekten azade olduğu ülkelerde örgütsüzlük insanlar için karanlık bir yıkımın adıdır

Son aylarda birbirinin peşi sıra gelen deprem, çığ gibi doğal felaketler; işsizlik, yoksulluk vb. sebeplerle insanların kendilerini yakmaları; yine aynı sorunların ürettiğini düşünebileceğimiz bireysel ve toplu intiharlar, kadın cinayetleri ya da cinsel suçlar gibi sarsıcı toplumsal vakalar, kazalar veya silahlı çatışmalar şeklindeki bazı gelişmeler, Türkiye’de yaşayan insanların bu ülkeye dair zaten pamuk ipliğine bağlı beklentilerini, iyiden iyiye azaltmış görünüyor. Üstelik insanların umutlarının azalması ve güvensizliklerinin artması için çoğu kez sarsıcı bir olayın olmasına bile gerek yok.

Mevcut kurumlar

Bugün Türkiye’deki mevcut kurumlara baktığımızda, hem çalışanlar hem de hizmet alanlar nezdinde yaygın bir memnuniyetsizliğin olduğu da bir başka gerçeklik. İnsanlar ne çalışırken ne de hizmet alınırken mutlu olabiliyorlar. Yine ne gariptir ki, yaşarken mümkün gözükmeyen bu durum, ne hikmetse öldüğümüzde gerçekleşiyor. Zira ülke insanının hizmetlerinden %97 gibi yüksek bir oranda memnun olduğu tek kurumun Mezarlıklar Genel Müdürlüğü olması ironi boyutlarını bile aşan bir durum değilse nedir? Tabii böyle zamanlarda genel olarak hissedilen ortak duygu da derin bir huzursuzluk, umutsuzluk ve güvensizlik hali olarak ortaya çıkmakta… Geçen yıl bu duygular içerisindeki 250 bine yakın insan ülkeyi terk etti ve Türkiye tarihinde bu bir rekor! Öyleyse bunun sebepleri neler olabilir?

Siyasetin içeriği

Öncelikle tüm dünya genelinde huzur ihtiyacı, umutsuzluk ve güven eksikliğinin gerçek kökenleri esasen modernizmin sonuçlarının ürettiği hayal kırıklıklarına dayansa da, bugün bulunduğumuz ülke özelinde düşündüğümüzde, sarsıcı her toplumsal olay sonrası yaşanan (hatta olayı da aşacak boyutlara ulaşan) tartışmaların nedenleri geçmişi ve bugünüyle Türkiye’deki siyasetin içeriğinde aranmalıdır.

İdeal olan şudur ki, politik alan kişilerin katılımına ne kadar açıksa; özgürlükler etkin biçimde kullanılabiliyorsa; sorumluluk, şeffaflık ve hesap verilebilirlilik ne derece yaygınsa oradaki mevcut umutsuzluk ve güven eksikliği telafi edilebilir düzeylerde kalacaktır. Çünkü devlet karşısında bireylerin kendilerini ifade edebildikleri, hak ve taleplerini iletebildikleri, sorumluların hesap vereceği kanallar açıktır. Tersine bu imkânlar ne oranda kapalı, ulaşılması güç ve bunların talebi birtakım kişisel bedellere mal oluyorsa, işte orada bugüne ve geleceğe güven kök salamaz.

Olacak her yeni sarsıntı da mevcut toplumsal yaraları kanatır. Örneğin, kişilerin ödedikleri vergilerin “nerelerde harcandığını” sormalarının “vatan hainliği” olarak karşılanması, insanların “vatandaşlık dışı” bir kategoride değerlendirilmesidir. Yani vatandaşlık haklarından soyutlanıp, değersizleştirildiği bir alt kategoriye bırakılmalarıdır. Lakin bu durum, sadece bir kesimi kapsamaz. Sonuçta “değersizleştirilme” bir an gelip herkesi vurabilir ve umutsuzluk ile güvensizliğin genel duygu biçimine dönüştüğü bu coğrafyalarda toplumsal hayat, herkes için çekilmez bir hal alır.

Ne hikmetse!

Diğer taraftan Türkiye’de bir takım üzücü olaylar olduğunda ne hikmetse sorumlular hiç ortaya çıkmaz. Kurumlar resmî dildeki açıklamalar dışında derin bir suskunluğa gömülürken, yaşananların gerçek nedenleri de herkesin bildiği bir sırra dönüşür. Politik dilde bu durum “devleti/kurumları yıpratmayalım” şeklindeki bir söylemde karşılığını bulur ve bu, alandaki tüm aktörleriyle politik kültürel bir aktarımdır. Aksine bu yeni bir gelişme değil, zira mevcut söylem eskiden de böyleydi; fakat günümüzde (dönemim ruhuna da uygun biçimde) olan biten her şey, tanrıya, fıtrata ya da kadere havale edilir oldu.

Oysa devlet/kurumlar eleştirilerek yıpranmazlar; onların itibarı, hizmetleri, eylemleri veya tavırları üzerinden değer kazanır veya kaybeder. Dahası sadece bu söylemlerin kendisi bile bir meşruiyet probleminin konusu olabilir. Ve nihayetinde meşruiyet de “devletimiz burada ve dimdik ayaktadır” cümlelerinin olabildiğince fazla tekrar edilmesiyle sağlanamaz. Sağlandı zannedildiği anda bile problemler derinlerde birikmektedir. Türkiye’deki “gerilim siyaseti” bir miktar azalsa ve ülke az da olsa “normalleşse” derine işlemiş o sorunsalların, hem de her kesimden insanda, nasıl ortaya çıkacağını hep birlikte görebiliriz. Bu sebeple, politik iktidarın “gerilim siyaseti” sürdürmekteki ısrarına bir de bu açıdan bakılmalıdır.

Örgütsüzlük meselesi

Tabii bir de şu örgütsüzlük meselesi var. Örgütsüz kitleler böylesi güven duygusundan yoksun kaldıkları ortamlarda içeriye doğru patlarlar. Yani şeffaflıktan uzak, sorumluların hesap vermekten azade olduğu ülkelerde örgütsüzlük insanlar için karanlık bir yıkımın adıdır. Adalet ve güven duyguları yara almış, baskılanmış, nerede patlayacağı belli olmayan milyonlarca yalnız insan demektir. Sosyal yaralar arttıkça insanlar kendi kabuklarına çekilir ve tüm sorunlarını kendi kısıtlı çevrelerinde yaşamaya başlarlar.

Bu sorunların toplumsal izlerine, günlük hayattaki gerilim ve şiddette, insanların tahammülsüzlüklerinde, ırkçılığın, dışlamanın ve nefretin artışında, basit olaylara gösterilen aşırı tepkilerde rastlayabiliriz. Hatta resmî rakamlara göre Türkiye’de yılda 50 milyon kutuya yakın antidepresan tüketilmesi bile bakmasını bilenler için iyi bir veri olabilir. Öte yandan bu “kendi kendini bastırma” durumu sürdürebilir değildir. Bir süre devam edilebilir ama bir sona sahiptir. O “son” geldiğinde tüm ülke altında kalır.

Sonuçta adalet varsa caydırıcılık vardır. Caydırıcılık toplumu suçtan korumaya ilişkin ileriye dönük bir bakış açısıdır: “Evet, bu suçun işlenmesine engel olamadık ama buna benzer başka suçların işlenmesine ilişkin caydırıcı bir tutum sergiledik.”