Yoksulluk, barınma, eğitim, sağlık, ayrımcılık gibi toplumsal adalete ilişkin tüm konuların mekânsal bir boyutu vardır. Mekânın nasıl kullanıldığı toplumsal adalete ilişkin konuları da belirler.

Toplumsal adaletsizliğin mekânsal boyutu
Fotoğraf: AA

Konuk yazar: Dr. Buğra Gökçe*

Richard Sennett’in çok sevdiğim bir sözü var: “Hiç kimseye ait olmayan bir kentte insanlar sürekli olarak kendilerinden, hayat hikâyelerinden bir iz bırakmaya çalışır.” Öyledir. Kent ile birey arasındaki ilişki karşılıklıdır. Bugün kent bir mekan olarak sadece coğrafi alanı ifade etmiyor, kent aynı zamanda yaşamımızı etkileyen, ürettiklerimizin sonucu olarak dönüşen, değişen, başkalaşan, bu dönüşümü yaşarken de hayatın her alanında bizi belirleyen bir sahne, yaşayan bir organizmaya dönüşüyor. Bu sahne edimlere bağlı olarak eşitsizlikleri arttırabilir veya azaltabilir, varsıl ile yoksul arasındaki farkların açılmasına veya kapanmasına neden olabilir, toplumsal hayatımızı iyileştirebilir veya kriz koşulları üretebilir. 8 Kasım’da kutladığımız Dünya Şehircilik Günü nedeniyle düzenlenen kolokyumun teması olan “Toplumda ve Mekanda Adalet” bu nedenle yaşadığımız günleri tam isabetle yakalıyor. Eşitsizliğin daha önce görmediğimiz kadar derinleştiği, adaletsizliğin sistematikleştiği, mekanın da eşitsizlik ve adaletsizliği güçlendirmek için biçimlendirildiği günlerden geçiyoruz. Bugün “adalet” her alanda en çok ihtiyaç duyduğumuz ilke.

Toplumsal adalet açısından birkaç gösterge her gün içinde yaşadığımız durumu tüm somutluğuyla gözler önüne seriyor. Türkiye Dünya Adalet Projesi Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde 140 ülke arasında 116’ıncı sırada. Yalnız AB ülkeleri, Japonya, Kanada gibi gelişmiş devletlerin değil, Ruanda, Namibya, Botsvana, Malezya gibi devletlerin de gerisine düşmüş durumdayız. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanımız Ekrem İmamoğlu’nun ve değerli yol arkadaşımız Tayfun Kahraman’ın da mağdurlarından biri olduğu yargı pratikleri sıralamada neden bu kadar geride olduğumuzu ispata yeter.

Ne yazık ki eşitsizliğin büyüdüğü ve adaletsizliğin yayıldığı tek alan hukuk devleti ilkesinin aşınması değil. Dünya Ekonomik Forumu tarafından yayınlanan Cinsiyet Eşitsizliği endeksinde 146 ülke arasında 124’üncü sırada, Etiyopya’nın gerisindeyiz. Gelir eşitsizliği açısından da kendimizi OECD ülkeleri arasında en yüksek eşitsizliğin yaşandığı 4’üncü ülke olarak buluyoruz. Bunlar yalnızca birer istatistik değil. Sonuçları var. Derin Yoksulluk Ağı verilerine göre ülkede okul çağındaki her dört çocuktan biri okula aç gidiyor. Devlet okullarında kayıtlı olan çocukların yüzde 80'inden fazlası okula beslenme götürmekte zorluk çekiyor. Kız çocuklarının yüzde 85'i, erkek çocuklarının ise yüzde 69’ü yetersiz beslenmeye bağlı sağlıksız kilo ve kansızlıkla mücadele ediyor. TÜİK’in 2021 verilerine göre ülkede yaşayan 23 milyon çocuğun üçte biri maddi yoksulluk içinde yaşıyor. Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın yakın zamanda yaptığı bir açıklamayı not ediyorumi: “Temel hak ve özgürlüklerin etkili bir şekilde korunmadığı, hakların sistematik bir şekilde ihlal edildiği bir yerde gelişme sağlanmaz. Medeniyetin temel kriterlerinden biri de budur.” Temel hak ve özgürlükler etkili şekilde korunmayınca bir zincir halinde bedelini çocukların ve tüm toplumun ödediği ağır manzaralar ortaya çıkıyor. Medeniyet seviyesi de düşüyor.

Yoksulluk, barınma, eğitim, sağlık, ayrımcılık gibi toplumsal adalete ilişkin tüm konuların mekansal bir boyutu vardır. Mekanın nasıl kullanıldığı toplumsal adalete ilişkin konuları da belirler. Kamucu ve kamu yararına politikalar uygulandığı zaman mekan toplumsal adaletsizlikleri azaltan bir sahneye dönüşürken, bir zümre, sınıf veya grubun çıkarları için yapılan müdahaleler toplumsal adaletsizlik ortamını derinleştirir. Hakim otoritenin kendisini yeniden üretmek için belirli bir grup lehine mekanı dönüştürerek yaptığı sermaye transferleri aynı zamanda siyasal hayatı da etkileyerek, demokratik siyaset ortamını yok edebilir veya işlevsiz hale getirebilir. Örneğin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlı TOKİ uzmanları tarafından hazırlanan ve ulusal basına da yansıyan bir raporda çarpıcı tespitler var. 2019 yılına kadar İstanbul’da hayata geçirilen sadece 76 projeyi inceleyen uzmanlar tam 12 milyon 400 metrekare fazladan inşaat yapıldığı tespitinde bulunuyor. Bakanlık ve o dönemin Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan ayrıcalıklı imar uygulamaları ile bu projeleri hayata geçirilen şirketlere aktarılan rantın büyüklüğü yaklaşık 50 milyar dolar. İstanbul Büyükşehir Belediyemiz de benzer bir çalışmayı yaptı. Bu çalışmada 130 proje, 78 donatı alanı ve 7 orman alanından 85 milyar dolar gibi inanılmaz bir rant elde edildiği tespit edildi. İstanbul gibi deprem riski olan bir şehirde bu kaynaklarla toplum konut stoğunun tamamı yenilenebilirdi.

Topluma ait kaynakların belli özel şahıslara aktarılması yalnız bu kaynakların etkin ve verimli kullanılmasını engellemiyor. Yapılan mekansal dönüşümün yolsuzluk ağlarının gelişmesi, halkın fakirleşmesi ve düzensiz şehirleşme gibi birçok olumsuz sonucu var. Yine TOKİ uzmanlarına referans verelim. Bahsettiğim raporda şu tespite yer veriliyor: “İstanbul’da yapılan uygulamalara bakıldığında, plan disiplininden uzaklaşıldığı ve parsel bazında verilen ayrıcalıklı imar hakları ile kentin geri dönülemez şekilde tahrip edildiği görülmektedir.”

Ayrıcalıklı imar planları ile yaratılan kaynakların dolaylı etkileri de var. Planlı bir yapılaşma ile öğrencilerimize sunabileceğimiz yurtlara, barınma hakkını korumak için geliştirilebilecek projelere veya okullarda çocuklarımıza sunabileceğimiz bir öğün bedava yemeğe gidebilecek kaynaklar kurutulup, yok ediliyor.

Toplumsal adaleti yeniden sağlamak için mekansal dönüşümü de kamucu bir perspektifle yeniden ele almak zorundayız. Şehircilik tam da bu noktada toplumda eşitlikçi ilişkilerin yeniden tesis edilmesinde son derece kritik bir rol oynuyor. Şehirlere yapılan müdahaleler toplumsal örüntülerde orantısız bir değişime neden olduğu müddetçe, mevcut eşitsizlikleri derinleşmekte veya yeni eşitsizlikler büyümekte. Oysa adalet; eşitlik koşullarını tesis etmek ve korumak üzere tüm toplumun ortak güvencesi. Şehirlere yapılan müdahaleler toplumdaki mevcut uyumu bozarak eşitsizlikleri çoğalttığı zaman toplumda adalet sorgulanır hale gelir. Şehircilik bu noktada toplumsal adalete hizmet eder.

Başkanımız Sayın Ekrem İmamoğlu göreve başladıktan sonra İstanbul bu alanda öncü adımlar attı. Mekansal dönüşüme yönelik uygulamalar belli kişi ve zümrelerin çıkarları yerine 16 milyon İstanbulluyu öne koyacak bir anlayışla ele alındı. Şahıslara ve özel kuruluşlara devredilen kamuya ait mülkler geri alınmaya başlandı. Altyapı projelerine öncelik verilerek şehir hayatını zorlaştıran ve medeni bir kent ile bağdaşmayacak tabloların yaşanması engellendi. Yayalaştırma ve toplu taşıma projeleri ile kent hayatının damarları açılmaya devam ediyor. Deprem güvenliği konusunda bütüncül politikalar hayata geçiriliyor. Hepimizi tehdit eden küresel iklim krizine karşı planlar uygulamaya konuluyor.

Mekanın dönüşümünün toplumsal dönüşümle de organik bir ilişkisi vardır. Hak ettiğimiz şehirlere kavuşmak aynı zamanda hak ettiğimiz gibi bir yaşama kavuşmayı da nedenselleştirebilir. Bu alanda hepimizin üstüne düşen görevler var. 2023 yılının toplumda ve mekanda adaletin sağlandığı bir dönüşümün başlangıcı olmasını umut ediyoruz. Başlangıçta yazdığım söze burada geri dönüyorum. Kentlerimizi bizim yapmak için hayat hikayelerimizle bir iz bırakmalıyız. Çalışmamız gerekiyor. Elele vererek, dayanışmayla, hep birlikte.

*Şehir Plancısı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yrd.