Muhafazakârlık ve liberalizmden farklı olarak sosyalist düşüncenin, özgürleşme, daha adil ve eşitlikçi bir sosyal düzen oluşturma üzerine bir gelecek düşü bulunuyor

Toplumsal değerler ile sol değerler arasındaki ilişki üzerine düşünmek

> FİLİZ ZABCI - A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi

Türkiye’de siyasal rejim üzerine tartışmalar ve düşünsel üretim hız kazanmış durumda. Faşizm üzerine çeviriler yapılıyor, makaleler yazılıyor; otoriteryanizm, Bonapartizm, diktatörlük, yarışmacı otoriterlik vb. kavramlar daha fazla siyasi dil dağarcığımız içinde yer buluyor ve analitik araçlar olarak değer kazanıyor.

İçinden geçtiğimiz dönem düşünüldüğünde bu hiç de yadırganacak bir durum değil. Seçimlerin adil olmadığı koşullarda seçilmişlerin, her tür siyasi, hukuki, ahlaki ilke ve normun üzerinde kendilerini konumlandırdıkları, cumhurbaşkanının hukuksal düzenlemeleri bir kenara itip, “fiilen” rejim değişikliği yarattığını ilan ettiği bir ülkede “nereye gidiyoruz?” sorusu rejim tartışmalarını gündeme taşıyor. Bir de buna, siyasi yozlaşmanın ve kötülüğün her türünün yaşandığı siyasi iklimde, buna maruz kalan halkın dikkate değer bir bölümünün, ne yolsuzluğu ve hukuksuzluğu ne de baskı ve şiddeti dert etmediği gerçeğini ekleyebiliriz. Son yapılan bazı kamuoyu araştırmaları, AKP’nin yüzde 38-40 aralığında “kemik” bir tabanı olduğunu gösteriyor. 1 Kasım seçimlerinde olağanüstü bir durum olmazsa değişmeyecek olan bir oran bu.

Siyasal rejim tartışmalarının ve bu alandaki düşünsel çabaların kuşkusuz önemli bir katkısı olacaktır; oluyor. Hâlihazırdaki siyasal iktidarın on üç yıl boyunca kullandığı propaganda tekniklerinin; kitlelere ulaşma, örgütlenme, toplumun kılcal damarlarına yerleşme ve bir iktidar şebekesi halinde tırnaklarını toplumsal dokuya geçirme çabalarının, eski ve yeni kavramlar ışığında analiz edilmesi, muhalif bir tutum ve sol bir politika belirleme açısından büyük önem taşıyor. Bu kavramları ve onlara kaynaklık eden yaşanmışlıkları, tarihsel olguları bilmek bize benzerleriyle karşılaştığımızda neyle karşı karşıya olduğumuzu anlamak, temkinli olmak, mücadele hattımızı daha hızlı ve daha doğru bir şekilde gerçekleştirebilmek için ışık tutuyor. Faşizmin tarihsel pratiklerini bilmek, benzer eylemler ve uygulamalarla karşılaştığımızda uyanık olmamızı, politik, ahlaki yargılarımızı ve tepkilerimizi harekete geçirmemizi kolaylaştırıyor.

Bugün sadece demokratik değil, sosyalist bir politik mücadele hattından söz edecek olursak, bu düşünsel çaba çok önemli olmakla birlikte yeterli görünmüyor. Çünkü muhafazakârlık ve liberalizmden farklı olarak sosyalist düşüncenin, özgürleşme, daha adil ve eşitlikçi bir sosyal düzen oluşturma üzerine bir gelecek düşü bulunuyor. Bu düşün gerçekleşmesi için kullanılacak araçlar, amaca uygun bir biçimde, yani özgür, adil ve eşitlikçi bir dünyanın yapıcı öğeleri olarak seçilmezse nasıl bir felaketle karşı karşıya kalacağımız tarihsel örneklerle kanıtlanmış durumda. Bu yüzden de sol bir politikanın, totaliter yöntemlerin uyguladığı, kitleleri kazanmaya yönelik, hipnotize edici propaganda tekniklerini kullanması, buyrukçu bir hitap şeklini benimsemesi, köleleştirici ve bağımlı kılıcı bir ast-üst ilişkisini yaşatması beklenemez. Özgür bir insanın ve eşitlikçi bir toplumsal yapının ortaya çıkması, ancak özgürce ve eşit biçimde birbiriyle ilişkiye geçen insanların birlikteliği ile mümkün olabilir. Bu nedenle sol politika, ne faşizm gibi, ne de meşruluğunu sağlamak için sağ popülizmi seferber eden, yoksul ve lümpen kesimleri kitle tabanı haline getirecek şekilde kendine bağımlı kılan neoliberal politikalar gibi, otoriteye boyun eğmeyi merkezine yerleştirmiş bir dünya görüşüne sahiptir.

Sol-sosyalist bir dünya görüşü etrafında şekillenen ilke ve değerlerin kısa dönemli etki-tepki biçiminde yaşama geçmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır. “Nasıl bir insan ve nasıl bir yurttaş istiyoruz?” sorusu her siyasi ideolojinin ve dünya görüşünün temelinde yer alır. Ve her siyasi hareket, bu soruya verdiği yanıtı hayata geçirmeye çalışır. Bugün karşı karşıya kaldığımız “dindar ve kindar”, otoriteye biat eden, “yukarıdakilere” yanaşarak ve “aşağıdakileri” ezerek kendini gerçekleştirmeye çalışan “insan”a karşı nasıl bir insan kavrayışını sunduğumuzu anlatabilmemiz gerekir. Ve elbette, insanın içinde büyüyüp yetişeceği nasıl bir siyasi düzen? Nasıl bir eğitim? Laiklik ve hukuk nerede, nasıl yer alacak? Nasıl bir anayasa? Bütün bunlar hakkında alternatif politikalar-programlar geliştirmeyi tarihi belirsiz bir geleceğe havale etmek yerine bugünden başlayabiliriz. Uzun erimli bir çaba olsa da, karşı karşıya kaldığımız hukuk garabetlerine karşı bir refleks geliştirmek için de buna gereksinmemiz var.

• • •

Bir İskandinav ülkesi değiliz; Ortadoğu coğrafyasının kalbinde yer almasak bile kültürel, tarihsel köklerimiz buraya dayanıyor. Hızlı kapitalistleşmenin yarattığı değerler aşınması, tüketimin yaygınlaşması ve paraya tapınma bir yandan “kardeşlik” ve “eşitlik” idealini solduran bir etkiye sahipken, öte yandan çıkarları en az zahmet ve en kolay yolla gerçekleştirmeye yönelik bir “kolaycılık” kültürünü de körüklüyor. Öte yandan buna eşlik eşlik eden lidere ve otoriteye tapınma kültürü... Bu kültürün İslam dininden ne derece etkilendiği ya da beslendiği ise ayrı ve tartışmalı bir konu.

Toplumumuzdaki değer aşınmasının muhafazakârlaşma ya da dindarlaşma ile doğrudan bir ilgisinin olduğunu düşünmek pek de gerçekçi görünmüyor. Sorunun ne olduğunu anlamaya yönelik tarihsel, sosyolojik çalışmalara gereksinimiz var. Marksist çalışmalarda yeterince yer bulmayan “siyasal kültür” çalışmalarının ve toplumumuza ait alışkanlıklar, yaşam biçimleri, düşünüş tarzları üzerine tarihsel çalışmaların gerçekleştirilmesi, toplumu anlamak ve politika belirlemek açısından vazgeçilmez görünüyor. Marksist kuramda bir boşluk ve eksik varsa, neden klasik Marksizm’de yer almayan siyasal rejim çalışmaları gibi bir “değerler” araştırması için gerekli analitik araçları sosyoloji ve siyaset teorisi içinden devşirmeye çalışmayalım? Bu uzun soluklu, emek, sabır isteyen bir çaba ama hep şikâyetçi olup çözümü için harekete geçemediğimiz hukuksuzluk, yolsuzluk, sadaka kültürü sorununun kaynaklarını keşfetmek açısından da bir o kadar gerekli. Bir halkın “ruhu”nun, o halkın içinde yaşadığı siyasal rejimin ve elbette yasaların doğasına ne denli etkide bulunduğunu gerek siyaset gerekse tarihsel deneyimler bize gösteriyor.

“Sınıf” kavramından imtina etmek, vazgeçmek için liberaller tarafından çok sayıda gerekçe üretildi biliyorum. Ama şunu da düşünelim; içinde yaşadığımız toplumu anlamak için, çok önemli ve belirleyici olmakla birlikte “sınıf” değişkeni yeterli midir? Sınıf çatışması, emek-sermaye çelişkisi belirleyici olmakla birlikte dışında, bizim gibi geç kapitalistleşen ülkelerde ve kendi coğrafyamızda görülen bir dizi farklı çelişki ve çatışma sayılabilir. Bunları anlamak gerekmez mi? Aksi takdirde, tanık olduğumuz üzere, Gezi Eylemleri’ni bir sınıf hareketi (hatta işçi sınıfı hareketi) ve sadece burjuva düzenine karşı bir isyan olarak ele alan eksik değerlendirmeler yapılabiliyor. Toplumdaki kültürel ayrışmaların ve farklılaşmaların, yaşam tarzındaki farklı anlayışların; insan-birey ve yurttaş olarak yaşama isteğinin, iktidarın baskı ve dayatmalarına karşı özgürlükçü bir direnişin Gezi’de ne denli önemli olduğunu gözden kaçırabiliyoruz.

Siyaset çoğu kez ivedi karar almayı gerekli kılan bir etkinlik. Kuşkusuz anlamak ve bilmek daha fazla zaman isteyen bir uğraş ve kendi başlarına yeterli olmuyor. Ama gerekli koşul olduğunu herhalde yadsıyamayız. Türkiye’de belli bir yüzdede kilitlenen; acıları, hayalleri, özlemleri neoliberal bir popülizmle, sığ bir milliyetçilikle, hurafeler ve siyasi yalanlarla soğurulan kesimlere nasıl ulaşabileceğimizi düşünmek zaman alıcı olsa da kaçınılmaz değil mi?